Wednesday, December 5, 2007

Bu MİM Şule'nin gül hatrı içindir.

Şule beni mimlemiş. Biraz gecikti yanıtlarım ama bilsin ki vallahi daha yazmazdım, güzel hatırı kırılmasın diye yazdım ve yazabilmek için sadece onun bu satırları beklediği motive etti beni. Düşündüğü için teşekkür ederim.

Ben küçükken, çok hülyalı, romantik bir çocuktum. Kömürlükte, evin kuytu köşelerinde, sokakta bir noktada kendime yerler belirlerdim. Oranın bana ait olduğuna, beni orda kimsenin görmeyeceğine inanırdım. Herşeyle konuşurdum içimden, taşlarla, ağaçlarla, bulutlarla, hayvanlarla ve Tanrı'yla. Uzun dualar eder, -ki onların da iç dökmeler olduğunu şimdi anlıyorum- pazarlıklar yapardım Tanrı'yla. Karıncalara pamuktan ev yapardım, kedilere tapardım. Çocuk olmaktan çok memnundum büyümek benim için çocukluktan beri sadece ve hep yaşlanmak oldu bu yüzden. Hiç yalnız kalmadım çocukken yalnız olabilmeye çalışıyorudm sanırım. Ve bu hikaye hala devam ediyor.

Ben aslında fena da sayılmam hani bugünlerde. Merak edilecek birşeyim yok yani öyle. Bir zamanım bir zamanıma uymuyor gerçi ama zaten hep öyleydim. Belki birazcık artmıştır bu hal, o kadar. Bir böyle olup "Malo! Malo!" diye bağırıyorum bir Farinelli tadındayım. Ama keyfim yerinde, merak etmeyin yani beni e mi? Etmeyin ki, bir de sizin merak ettiğinizi düşünüp "yazamadım" diye vicdan azapları çekmeyeyim.

İlk kopya sınıfça çekilen bir kopyaya katılmak şeklinde olmuştu. Test dönemi vardı ortaokulda, yeni başlamıştı. Öğretmenler olaya uyum sağlamamışlardı henüz ve bizim sınıfın fırlamaları bizden bir saat önce teste giren sınıftan test sorularının cevaplarını almışlardı. Can havliyle nasıl ezberlediysem artık, o cevaplar hala aklımda maalesef: abaababcbd...

Cep telefonum bozuldu geçenlerde. Ekran masmavi oldu, bişey görünmüyor. Öyle üşengecim ki, tamir falanm ettirmedim. Belki bu haftasonu onunla da ilgilenirim.

En saçma huyum oğluma terlik ve yelek giydirme takıntım sanırım. Çocuk çıldırıyor, ben daha da çıldırıyorum. Bu biraz babamın "Kapayın kapıyı" demesine benziyor. Dilime pelesenk olmuş. (Ayş, Janjan'a giydir terlik, sen de giy, kırıcam kafanızı yaa)

Aşk başımın belasıdır.

En sevdiğim bloglar sayfanın sağ tarafında sıralanıyor zaten.

Ben bu satırları okuyup da iç dökmek isteyen varsa, onları işte mimledim.

Thursday, October 18, 2007

Kırk uçurmak




Kırk yaşımdayım bugünden itibaren.

Büyüme uğraşım sırasında hayatıma girerek bana acı, tatlı anlar yaşatan, üzen ve sevindiren, öğreten ve benimle birlikte öğrenen, beni seven ve benden nefret eden, hala yanımda olan ve artık yanımda olmayan herkese büyümeme yardım ettikleri için;

Hiç karşılaşmadığım ama aynı çağda, aynı dünya üzerinde yaşam uğraşını beraber verdiğimiz, aynı ortak hikayeyi, hayatı paylaştığımız tüm insan kardeşlerime yaşadığıma tanıklık ettikleri için;

Milyonlarca yıldır açlığı, ölümü, yalnızlığı, yoksulluğu, savaşı, kıtlığı, hastalığı atlatıp genlerini bana aktarmayı başaran atalarıma var olmam adına savaştıkları için;

Beni ısıtan güneşe, doyuran toprağa, yaşatan havaya, aziz suya, beni kabul eden dünyaya ve hala yaşamama izin veren Tanrı'ya bana verdikleri her şey için teşekkür ederim.

Kırkımı da uçurduğuma göre dışarı çıkabilirim artık, tüm dost ve sevenlerime duyurulur.

Sunday, October 7, 2007

Bir kısır yapamamak üzerine ve doğumgünün kutlu olsun Elektra




Bugün doğumgününü büyük şenliklerle kutladığımız Elektranım'dır bizim evin kısırcıbaşısı. Bu meret, öyle yapılması zor ahım şahım bir salata olmasa, üstelik tadını da çok sevsek bile, bizde öyle "Allaaah, bi kısır yapalım da yiyelim" halleri yoktur nedense. Kırk yılın başı Elektra'ya heves gelir yapar, biz de yeriz. Hal böyle olunca, ben ömrüm boyunca hiç kısır yapmadığımı az önce yaptığım şeyi bitirdiğimde fark ettim, iyi mi?

İki yıl önce eşimin işyerinin İstanbul'un taa öbür yanına taşınması, e haliyle eve geliş saatlerinin de iyice abarması en büyük keyiflerimizden birinin, yani beraber yediğimiz akşam yemeklerinin sonu oldu. Zavallı sevgilim onca geç saatte ağır bir yemek yiyemeyeceğinden ya işyerinde yedi geldi ya da meyveyle falan geçiştirdi.

Ben değişikliklere kolayca adapte olabilen biri değilim. Önceleri normal düzende sürdürdüm yemek yapmayı. Ama emeklerim tencere tencere çöpü boylayınca bıraktım ipin ucunu, geçiştirdim. Hafta sonu mutfağını da eşim sahipleniverince, neredeyse hiç yemek pişirmez oldum. Bilirsiniz, yemek yapmanın mühim bir kısmı el alışkanlığıdır. Öyle çok becerikli biri de olmadığımdan bir gıdımcık bilgim, pratikliğim zamanla kayboldu gitti.

Sonuçta oğlum yanımıza tekrar taşındığında pilav, çorba ve salatadan oluşan aptal bir mönüyü bile anca bir buçuk saatte hazırlayabilen, üstelik bu “stres” altında neredeyse gobline dönüşen bir anneyle karşılaştı. Açlık bir yandan, yorgunluk bir yandan, beceriksizleştiğini her geçen gün daha da fark etmek en öbür yandan bu akşamüstü goblinini oğlumun değil de Pamuk Prenses’in kötü kalpli üvey annesine çeviriyordu maalesef.

Zavallı oğlum anneannesinin evinde bir prensti oysa, hem yemek dakkasında hazır olurdu hem de gak dese pilav, guk dese köfte. En sevdiği yemekler yani. Bu goblin anne ise gaklar guklar arasında şımartılmış oğlunun bedensel olarak da fazlaca şımartılmış olduğunu düşündüğünden ıspanak başta olmak üzere çeşitli ot yemekleri hazırlamakta inat ediyordu. Haliyle bu otlar hemen yenmezse besin değerini kaybedecekti. Haliyle anne onları bir akşam önceden falan hazırlayamazdı. Haliyle annenin mutfağa girmesiyle yemeğin sofraya konması üç saati buluyordu. E haliyle, anne de, yavrucak (!) da akşam yemeği denen hadiseden giderek nefret ediyordu.

Pes eden anne oldu. Gözyaşlarına dayanamadı, dayadı oğulcuğunun önüne pilavı, eti. Sağlıklı yemek mi dedi vicdanı, dayadı ton balığını, salatayı. Oğul dört köşeydi artık ama anne baştan aşağı yenik. Becerememişti yine anneliği, adam gibi yemek bile yapamıyordu evladına işte.

Ne olduysa üç hafta önce oldu. Bir cumartesi sabahı annenin kafasında bir şimşek çaktı: “Ya Turuncu” dedi içinden gelen ses ona. “Hadi bir haftalık yemek yapalım, en şatafatlısından her biri de.”

“İyi de bozulmaz mı? Ya vitamin, mineral?” dedi Turuncu o sese.
“Ne olacak canım? Buzdolabı diye bir şey var, orada durur bir kısmı. Ispanağı falan da dipfrize atarsın, salatayı yapana dek pişer akşam geldiğinde.”

İşte üç haftadır hafta sonlarımı yemek yapmaya ayırışımın hikayesi budur dostlar. Ekşili köfteler mi dersiniz, zeytinyağlı ıspanaklar mı, börekler mi… Neler neler.

Oğlum çok memnun bu işten. Hatta eşim de daha erken geliyor sanki. Az yemek kaydıyla kuzu etli kuru fasulyenin, yeşil mercimek salatasının, böreklerin tadına bakıyor. Ben işten gelince yemeği ısıtıp yanına salata yapıyorum, oğulcuğumla en alasından ev yemeği yiyoruz artık.

Ha, derseniz ki “E, Turuncu, biz bunu hep yapıyoruz. Kırkına kadar anca mı akıl ettin sen yani?”
“Vallahi haklısınız,” derim size. “Amma velakin benim aklım bir garip çalışıyor. En olmayacak sorunlara çözüm bulmakta üstüne yok ama böyle ufak tefek kolaylıkları gözden kaçırıyor”

Yandaki resimde gördüğünüz "kısır olmayan kısır" bu haftamızın mönülerinden biriydi. Her şey aklıma enn sebzelisinden bulgur pilavı yapmak istediğimde oldu. Pilavlık bulgur yarım bardak kalmış. Aylar öncesinden kalan köftelik bulgur var. “Kısır yapayım o zaman” dedim. “Hem bir sürü yeşillik var.” İnternetten tarif araştırdım, yeşillikleri yıkadım, süzmeye bıraktım. Bulguru bir çıkardım ki, içinde kelebek gibi bir şey var. Markete gitmeye üşendiğimden ve de evdeki malzemeyi değerlendirmeye kafayı taktığımdan ne yaparım diyerek dolapları karıştırdım. Dipfrizde haşlanmış buğday buldum. Biraz kısır, biraz buğday salatası tarifini karıştırdım, güzel bir salata çıktı ortaya. Oğlum bunun “Ünlü aşçılara yapılmış bir haksızlık” olduğunu söylüyor, düşünün o kadar beğenmiş yani.

Yine de işte, bir kısır bile yapamadım ömr-ü hayatımda. İyi mi?

Buğdaylı kısır

Malzemeler
1 küçük soğan
3 yemek kaşığı zeytinyağı+ ayçiçek yağı
Yarım yemek kaşığı biber salçası
Çeyrek yemek kaşığı domates salçası
Yarım su bardağı pilavlık bulgur
Yarım su bardağı haşlanmış buğday
Çeyrek demet taze nane
Çeyrek demet maydonoz
4 taze soğan
Yarım domates
2 yeşil biber

Sosu için
3 diş sarımsak
1 limon
1 kaşık nar sirkesi
Yarım kaşık üzüm sirkesi
1 tatlı kaşığı nar ekşisi
Yarım çay kaşığı hardal

Baharatlar
Kimyon, pul biber, tatlı kırmızı biber, sumak, tuz

Yapılışı:
Soğanı küçücük doğrayıp yağda öldürüyoruz. Üzerine salçaları ekleyip biraz daha pişiriyoruz.

Yarım bardak bulguru 1 bardak sıcak suyla çok kısık ateşte, suyunu çekene kadar haşlıyoruz. Üzerine haşlanmış buğdayı ve soğan salça karışımını ekleyip karıştırıyor, soğumasını bekliyoruz.

Karışım soğuyunca incecik kıydığımız yeşillikleri, sosu ve baharatları ekleyip, ağzını kapatarak yarım saat buzdolabında dinlendiriyor, koyuca bir ayran eşliğinde afiyetle yiyoruz.

Ha, konunun Elektra ile ilgisi mi ne? Efenim, bugün kardeşcaazım çalışıyor, birbirimizi göremeyeceğiz ama ona söz, ilk gördüğümde bu salatayı tepeleme yapacağım kendisine.

Doğum günün kutlu olsun güzel kardeşim.

Saturday, October 6, 2007

Elveda Rumeli ya da Damdaki Kemancı


İşte kendime verdiğim yerli dizi hakkını Yabancı Damat'tan sonra devralan dizidir bu: Elveda Rumeli. "Erdal Özyağcılar'ı takip ediyorum mütemadiyen dizilerde" sonucu mu çıkar bundan? Sanmam. "Sağlam projeler Erdal abimizi takip ediyor" deriz en fazla. Erdal Özyağcılar'ın yanına bir de Şebnem Sönmez eklenmiş ki, Allah Allah! Böyle mi döktürülür, böyle mi? Müthiş bir oyunculuk, sırf onun için bile seyredilir dizi. Bir de laf öğrendim diziden,"kızçe". Küçük kızlara kızçe diyorlar. Ne güzel sözcük.

Elveda Rumeli, ayan beyan ortada bir Fiddler on the Roof uyarlaması işte. Bildiğiniz "Ah bir zengin olsam"lı Damdaki Kemancı. Ne zaman izlesem önce güler, sonra ağlarım. Sevdiğim iki müzikalden biridir; diğeri Hair. "Ah Anatevka, bizim basit, kimsenin bilmediği, çirkin köyümüz" derken tüm oyuncular filmin sonuna doğru, kamera döner hepsinin yüzünde, insan portrelerinin. Donmuştur herbiri mağaza vitrininde manken misali.

"Tredişııın, tredişın!" nakaratı geçmişle gelecek arasında kalanın, aslında hepimizin trajedisidir. Herbirimiz anne babamızın şekillendirmesiyle dünyayı tanır, çocuklarımızın provakasyonuyla şah mat oluruz alıştığımız hayatın tahtasında.

"Geleneklerimize yüz çevirmek bizi damdaki bir kemancı kadar işe yaramaz yapar" der sütçü Tevye filmin başında ve filmin sonunda damdaki o işe yaramaz kemancı Tevye ile ailesini geleneklerin artık geçersiz olacağı bir dünyaya uğurlarken Anatevka'da kalır, dalga geçercesine o iyi kalpli sütçüyle. Ben ağlarım. Ama kahrolası geleneklere değil, Tevye'ye. Ben gelenekten değil, gelecekten yanayım. Yine de...

1900'ler... Ne şanslı ve ne şanssız bir yüzyıl şu yüzyıl. Bizim yüzyılımız. 2000'lere geldik ya, hala bitmedi, bitecek gibi de değil. Tarihsel dönüşümler açısından şanslıyız bu zaman diliminde yaşayan bizler, evet, büyük dönüşümler gördük, büyük dalgalar yarattık insan evriminde. Hiçbir eski ninemiz 1900'lerdekiler kadar kadar hızlı bir gelişimi görmedi hayatında. Ne devrim tanıdı, ne cep telefonu, ne kadın hakları, ne siberuzay. Ama gündelik hayat açısından hiçbir ninemiz 1900'lüler kadar kendine uzak, bambaşka savaşların yarattığı acıların katlanıcısı olmadı.

Güneşe nerede baktıysan ilk, dünyayı o eğimle seversin. Yurt budur. Sevdiğin hiç değişmesin istersin ama değişim mecburiyse ne yapabilirsin ki?

Sütçü Tevye bir yahudi, meslekdaşı Ramiz bir müslüman. İkisinin hikayesi aynı. Güzel dizi Elveda Rumeli.

Şurada da Bosnalı bir müslümanın şarkısı var: If I wasn't muslim
Bu sabah uyandığımda aklımdaki şarkı: Kavanoz dipli dünya
Okuduğum kitap: Kayıp İtfaiye Arabası- Maj Sjöwall-Per Wahlöö

Thursday, October 4, 2007

İşte beklenen fotoğraflar

Elektra'nın blogundan kedilerimizin macerasını takip ediyorsunuzdur. Etmemiş olanlara kısa bir özet geçeyim:

Biz üç kız kardeşiz, birimiz manyak. (Ay, "üç kızkardeşiz" kelimelerinin devamı bir anda klavyeye geldi. Sonra kendimi toparladım, isim belirtirsem ilk aile toplantısında bunun sonuçlarına katlanacağım kafama dank etti, kim olduğunu bilmeyiverin ama şu kadarını bilin, birimiz kesin manyak.)
Neyse, bizim, daha doğrusu en küçüğümüzün bir kedisi var. Aslında iki kedisi var ama birini annemlerin yanına gönderdi, kedi nüfusu bire düştü, ani bir nüfus patlamasıyla da yediye yükseldi. Anlayacağınız kedimiz doğurdu, altı adet süper müper yavrumuz oldu.

İki gün önce kedilerin yanındaydım. Aşık oldum. Hepsine, ayrı ayrı. O anne ve altı yavrusundan yayılan huzur dalgası nasıl bir histi tarifi zor. Şöyle diyeyim: Ben böyle bir hissi hiç bi insan loğusanın yanında yaşamadım. Normalde terbiyesiz, sinir bozucu bir hayvan olan kedimize resmen bir ermiş havası gelmiş. Hatun bi doğuruşta dünya gailesinin sırrını çözmüş, olayı bitirmiş. Altı yavrusu orasında burasında miyk miyk debelenirken, bizim kız ancak böyle büyük bir mucizenin müsebbibi olabilecek birine özel tevazuyla karışık bir gururla bakınıyor etrafa.
Benim ilk lafım "Aman aman" oldu, ikincisi "Ay bu üşüyecek" Oğlumu ilk gördüğümde de benzer bir tepki vermiştim galiba. Dakikasında anne oldum yavrulara. Sırf ben değil, evdeki altı yavruya homurdanan herkes aynı şeyi hissediyordu, bu duruma en çok bozulmuş olan enişte bile dahil. "Ay esnediii", "Ay düştüüü", "Ay bu nefes almıyo mu yaaa?" çığlıkları gece boyunca sürdü. Bir bebeğe karşı ne hissediyorsak o yavrulara karşı da neredeyse aynını hissettik.

Şunu fark ettim, canlılar olarak aramızda küçükleri korumaya yönelik ciddi bir bağ var. Bu yaşamı koruyup bir sonraki zamana aktarmak amacıyla genlerimize kodlanmış olmalı. Keşke tüm kodlarımız bunca güzel olsaydı.
Not: Bebeklerimiz iki ay anne sütüne muhtaç. Ondan sonra kendilerine mutlu birer yuva arayacağız. En az dördünün yuvası var şimdiden ama ikisi hala ev arıyor. Niyetiniz ciddiyse çukulatanız, çiçeğinizle bekleriz. Yatak odası takımı bizden, salon takımına beyaz eşyaya karışmayız.
Bu sabah uyandığımda aklımdaki şarkı: Before the Rain'den bişeyler
Okuduğum kitap: Kayıp İtfaiye Arabası- Maj Sjöwall-Per Wahlöö

Kartı var, viziti var di mi ama?

Hiç karışmazdım ben bu işe. "Erkek erkeğe konuşuyorlar şurda, bana ne" derdim demesine ya, Hıncal Uluç'un Kerem'e, Mecnun'a falan dil uzatmasına gönlüm razı olmadı. "Hiç mi aşık görmedik bre?" diyesim geldi, şuracıktan deyivereyim dedim.

Efendim, Selahattin Duman bir yazı yazmış, ta ne zaman. Linki şurada . Hıncal Uluç'un aklı epey sonra başına gelmiş, üzerine alınmış, o da bir yazı döşenmiş, işte şurada .

Şimdi bu bey aşktan falan bahsetmese hiiç sesimi çıkarmazdım. Alan razı satan razı, genç kızlarla eğlendiriyor gönlünü, e kızlar da öyle üzgün müzgün görünmüyorlar, bana ne derdim. Ama Hıncal Bey "Kızlarla geziyorum, hohoyt" demiyor, "Aşşşşk" diyor illa. İlla ki ilişkisinin aşkla tescillenmesini istiyor.

Vampir hikayelerinin ölüm korkusuyla yakın ilişkisini hiç düşündünüz mü? Vampirler yaşamak için taze kana muhtaçtır ya hani, eğer o hikayelerin seksenlik dedelerin "Ömrüme ömür katılsın" diye on beşinde bakireleri koynuna alma hevesiyle bir ilgisi yoksa ben de ne Turuncu'yum, ne Elma. "Ölmiyceemmmm... Kazık kakıcammmm... Bunu da başkasının ruhundan, kanından, vücudundan aldığım enerjiyle yapıcammmm"ın aşkla ne ilgisi var yahu? Hiç mi aşık olmadık, hiç mi aşk görmedik?

"İnsan aşk uğruna hayatını tümden değiştirebilir"e getiriyor ya lafı Hıncal Bey, offf. Romantik bi de. Kendine romantik.

Aşk uğruna elbette hayat değiştirilir. Verilmiş söz uğruna can bile veren var. Verilir, ne olacak. Çünkü sevgili dediğin çoook kıymetlidir. Ama onu kendine sağlayacağın fayda uğruna sevmezsin, seversen de ona aşk maşk demezler. Aşk verir ama hep verir, almak aklına gelmez aşığın. Aşk romantizm değil, realitenin ilgi alanına girer aslında, basit de bir mantığı vardır: Birini kendinden bile çok seversin. O kadar. Bu yoksa diğeri de yoktur, aşık değilsindir. Başka bişey olma hakkın elbette var ama ortaya aşığım diye çıkma yani.

Mecnun'a demişler ki "Leyla dediğin süpürgeye benzer bir kız, nesine deli oldun böyle ya Kays?" Demiş ki Mecnun: "Siz onu benim gözümle görseydiniz siz de deli olurdunuz." Aşk böyle bir şeydir ve gerçekten de bence insan her yaşta aşık olabilir. Ama bu argümanlarla değil.

Sözüm meclisten dışarıdır, yanlış anlaşılmasın. Kim kaç yaşındayken, kaç yaşındaki kimi severse sevsin. Hatta yeter ki sevsin be, aşık insan iyi insandır. İyilikler çoğalsın. Ama aşkın sofrasına "Benim param, gücüm, imajım, senin gençliğin, güzelliğin" ikramıyla oturulmaz. Ha, böyle oturmayı kaldırıyorsa miden, hesap ödenmeden de kalkılmaz. Sana derler ki o zaman: Bu aşk değil, anlaşmadır, hem de epeyce kirli tarafından. Sen de sineye çeker, ortalara atmazsın kendini.

Aşkı bari kirletme yahu. Adlı adınca koy ilişkinin adını. "Paramla, gücümle, başka şeylerle satın alıyorum ben ilişkilerimi, karşımdaki insanın bana aşık olup olmaması da umurumda değil. Verdim parasını, havasını, imajını aldım, kime ne? İster aşık olurum, ister kart ederim, vizit ederim yanımda taşırım" desin, delikanlı olsun da, inanalım bir gün aşık da olabileceğine.

Not: Yav bu tartışma olalı ooohooo ne kadar çok olmuş. Öyle dedi arkadaşlarım anlatınca ben. Gündem dışı kalmışım ama böyle gündemin de dışında kalsam ne olur, içinde olsam ne olur son tahlilde.

Bu sabah uyandığımda aklımdaki şarkı: Love is love - Culture Club
Okuduğum kitap: Ejderha Mızrağı Serisi- Başlangıçlar 2. Kitap Kenderyurdu

Monday, October 1, 2007

187. sayfa

Peri Ekmekçikız'ı, o da beni sobelemiş. Şu anda okumakta olduğumuz kitabın 187. sayfasını yazıyoruz. E, ya yüzseksenaltı sayfalık bir kitap okuyor olsaydım?

Yok, benim kitabım bir fantastik kurgu. Şimdi bunların makbulü maşallah pehlivan tefrikası boyutlarında olanlardır genelde, sayfa sayısı sıkıntısı çekmezsiniz. Hafif, kolay okunabilir, sürükleyici, büyülü maceralardır; o nedenle kalınlıkları kimseyi korkutmaz; hatta serinin genel izleyicisi olan yeniyetmeleri bile. Hatta ve hatta bu kitaplar sayesinde okumayı sevmeye başlayanlar vardır ki, bu neden bile bu kitapları kutsamaya yeter yani.

Ben yeniyetmeliği epey geçtim ama bakmayın, etrafta bunların heveslisi yaşıtlarım da pek fazla. E, ne yapalım bizim gençliğimizde yoktu böyle kitaplar, okuyamadık, şimdi gideriyoruz işte hevesimizi.

Ha, yalnız aman diyeyim bu yazdıklarımdan fantastik kurguyu "hafif edebiyat"tan saydığım çıkmasın, aman diyeyim bak. Tersine, fantastik kurguyu çok ama çok önemsiyorum. Bir yazar için çalışması en keyifli alanlardandır, sınırlarını hayal gücünüzün belirlediği, müthiş bir tür. Yetenekli yazarların elinde tadına doyulmaz edebiyat başyapıtları çıkar ki, en birincisi Yerdeniz serisidir kanımca, Ursula K. Le Guin'in.

Uzattım mı? Neyse, şimdi okuduğum kitaba geçeyim. Kendisi pek sevdiğim Ejderha Mızrağı serisinden. O seri pek bir sevilince dıdısının dıdısı maceraları falan da yayınlanmaya başlandı. Bu da onlardan biri. Serinin asıl iyi anlatıcıları aynı zamanda Kyrnn dünyasının asıl yaratıcıları olan Margaret Weis ve Tracy Hickman ikilisidir. Ancak şu anda okuduğum kitap maalesef onların elinden çıkma değil. Cümleler komik olmaya çalışırken abartılı masallara dönüşen saçmalıklarla örülü, çok sevdiğim gnom ırkından çıkarılabilecek mizah keçiboynuzu kadar. Ama Kitiara'yı, dostları, Kyrnn dünyasını seviyoruz biz ne yapalım, ne bulursak okuyoruz işte.

Kitap: Ehjderha Mızrağı Serisi Başlangıçlar 1 Kitap: Karanlık ve Işık
Yazarlar: Paul B. Thompson- Tonya R. Carter
Çeviri: Aslı Alp
Yayınevi: Arkabahçe Yayınları
1. Baskı, Nisan 2003, 418 sf.

187. sayfa tam da resimle süslü bir bölüm başına denk geliyor:

"Bölüm 19 CUPELOX
Vadideki bitki örtüsü Lunitari'nin genelindeki bitki örtüsüyle aynıydı, fakat buradaki bitkiler daha kalın ve daha uzundu. Pembe mızraklar bir saat içinde üçbuçuk metre ve mantarlar da sekiz ile dokuz metre arası boya erişmişlerdi. Kaşifllerin buldukları yeni bir tür olan toztaşlarıysa birbuçuk metre genişliğindeydi. Bu toz taşlarının patlayıp, havaya sipsivri uçlar gönderdiklerini de görmüşlerdi.

Gökyüzü daha parlak görünüyordu ki, sabit bir uğultu kulaklarını kapladı. Cutwood kulaklarındaki tıkaçlara rağmen, yüksek sesli vızıldamalardan yakınıyordu."

İşte benim 187. sayfam. Ben de Yildiznaf'i sobeliyorum.

Thursday, September 27, 2007

Büyük konuşmamak üzerine

"Hiç bi şey öğrenmemiş olabilirim hayattan ama şunu ezbere öğrendim artık, asla büyük konuşmayacağım," diye keyifli keyifli düşünmüştüm geçenlerde. Sabahın çok erken saatlerinde, servise yetişme telaşesinde, ayakkabılarımı bağlıyordum bunu düşünürken. Ah, kendini beğenmiş salak Elma, seni bunu düşünürken nasıl da gayet net hatırlıyorum.

Amanın sen misin "Asla"diyen? "Duur sen," dedi benim şakacı hayatım. "Asla dedin ha? Öğrendin demek, ha? Eh, sınanma zamanın gelmiş besbelli, geç bakiim şu tarafa"

Ve Kunteper hayatıma laf edip çağıran ben, dün ne yaptım? Elektra'yı hoşnut edeceğim diye, buraya "Kararları bana bırakan insanları severim"le başlayan bir sevdiklerim listesi yazdım, baş köşesine de sevdiceğimi oturttum. Hayat beni oradan tutup tam onikiden yine vurdu. Artık biz mutlu yuvamızda dört kişiyiz: Kocam, ben, oğlum ve kocamın bana sormadan hayatımıza dahil ettiği, sırtıyla boynu arasını mesken tutmuş eşşek kadar bir sürüngen!

Kocam dövme yaptırmış kendine a dostlar! Hem de ne bileyim ben, bacağına, koluna, yani kendisinin görebileceği yerlere değil, dün ona yaptıklarımdan sonra normalde en fazla görmem gereken yer olan sırtına.

Dövme konusunda pek emin bir insan değilim. Değiştirilemez şeyleri sevmem. Yok, öyle zırt sıkılmak, pırt değiştirmek falan hiiç işime gelmez, tembelin tekiyim. Hayatın değiştirilebilme ihtimaline kafayı takmış ama "Aman istediğim zaman değiştiririm nasılsa, şimdilik ellemeyeyim" diyen biriyim ben. Bir umutsuzluk hissiyatıdır mümkün olmayışların bana hissettirdiği ve -ne yaman çelişkidir ki- sadece bu hissiyat beni değiştirme konusunda enerjik kılar.

Sanırım bu yüzden çok kötü oldum dövmeyi görünce. Hani var ya, canımın öpmeye kıyamadığım tenine bir zarar gelmeyeceğine şu kadarcık kesse aklım, alacağım elime bir bıçak, dakkada kazıyıp çıkaracağım o sürüngeni hayatımızdan. Bunu yapamayacağım dank ettikçe kafama daha da kötü oldum.

Hayır, "Çok çirkin" de diyemiyorum ki! Hem çirkin değil, hem de sevgilim o şeyi ömür boyu derisinde taşıyacak artık, onun bir parçası şimdi o yaratık. "Çirkin" dersem kendini çirkin hissedecek o bakmalara doyamadığım, yakışıklı adam.

Sevgilime duyduğum kızgınlıkla sevgim arasında ne halt edeceğini bilemeyen, giderek çirkinleşen ben oldum velhasıl.

Canı da acımış yaptırırken. Bir yanım ne yapsam ne etsem de acısını hafifletsem diye düşünüyor, boynuna sarılıp "Üzülme, geçecek" demek istiyor, diğer yanım sürüngeni gördükçe nevri dönüp"Beter ol!"

Tabii yine kıyamıyorum, temizliyor, merhem sürüyorum. Kime, neden kızayım, nasıl kızayım bilemiyorum. Öyle karmaşık bir ruh hali yaşadığım. O dövmeyi yapanı bir elime geçirsem asıl ben onu öyle bir döveceğim ki, cümle alem alamayacak elimden.

Canım kocam ise hem yapmış yapacağını, hem de çocuk gibi, benden beğenme, hadi olmadı bağışlama, kabullenme bekliyor. O bekledikçe ben nemrutlaşıyorum. "Git, kan testi yaptır üç gün sonra" diyecek kadar iğrençleşiyorum.

Halbuki dese bana, "Uzatma artık. Deri benim, keyif benim, sana ne oluyor?" dese, anında kapayacağım çenemi. İçime çekilip, nasıl da haksızlığa uğradığımı, nasıl da sevilmediğimi düşünüp somurtacağım, soğutacağım kızgınlığımı bir süre sonra. Biraz soğukluk girecek aramıza, sonra onu da evliliğin tüm bireysel başkaldırışları hak edecek kadar sıkıcı bir sistem olduğuna yazacak, hatta daha daha sonra hafiften gururlanacağım aşkımızı evliliğimize boyun eğdirmeyen sevdiceğimle. Ama öyle de yapmıyor. "Beni beğenmeyecek misin artık?" diyor, "Beni sevmemen artık, öyle kötü ki!" Böyle şeyler söylüyor. Beni delirtiyor.

"Kolunu da kesmiş olsan severim seni" diyorum. "Ama neden bana sormadın? Neden benimle gitmedin o dövmeciye? Beraber seçerdik sana dövecekleri şeyi."

Bu işte, talep ettiğim yalnızca bu sevgilimden. Büyük ihtimal beraber gitmiş olsaydık o dövmeciye, ben de şimdi çirkin bulduğum o sürüngeni seçerdim sırf sevgilim onu beğendi diye. Derisi bana değil, ona ait; bedeni ve hayatı üstünde söz söyleme hakkı bana değil, ona ait diye. Kızgınlığım karar hakkını ona bırakmama izin vermeyişinden, beni yaramazlığını paylaşan sevgilisi değil, yaramazlık yapan çocuğunu bağışlayan annesi yerine koyuşundan. Bana biçtiği bu rol gücüme gidiyor işte.

Ömür boyu o sürüngenin bi tarafını öpmek zorunda kalacağım düşüncesi de ayrıca gücüme gidiyor, orası başka.

Yine de bağışlama bende gani. Erkek bir katolik olsaydım kesin şu günah çıkaran papazlardan olurdum: "Öldürdün mü? Acı mı çekiyorsun? Ah yazııık, sen de haklısın, üzülme artık. Ne? Yine mi öldürdün? Daha da mı fazla acı çekiyorsun? Yazııık, üzülme artık" Böyle giderdi muhabbet Karındeşen Jack'le aramızda.

Karındeşen Jack denen itoğluittten bütün katillerden nefret ettiğim kadar nefret ederim oysa. Ve sevgilimi dünyadaki herşeyden çok severim. Bu yüzden, bugün telefon edip dedim ki ona: "Sevgilim, bakma bana. Dövmen çok güzel olmuş, çok sevdim onu da."

Ona ait olan sevmediğim ne var ki zaten? Gelin ulen dünyanın tüm sürüngenleri, mesken tutun sevgilimin derisini isterseniz ve görün bu Elma korkacak mı bakalım birinizden?

Bu sabah uyandığımda aklımda olan şarkı: Sana Dair/Kumdan Kaleler
Bugün yarım yamalak okuduğum kitap: Ejderha Mızrağı/Başlangıçlar 1. Kitap: Karanlık ve Işık/ Paul B. Thompson & Tonya R. Carter

Tuesday, September 25, 2007

Elektra beni sobelemiş

Zaten "Ben de yazmaya başlayayım artık şuraya" diye düşünmüştüm. Daha bu sabah, uyanış kahvemi içerken hatta. Hiç olmazsa okuduğum kitapları falan, yazayım biraz.

Elektra'm güzel kuşum beni sobelemiş. Sevdiklerini anlat demiş. Peki.

Rahat bırakılmayı severim. Talepkar olmayan, ne yapacağımız, nereye gideceğimiz, ne yiyeceğimiz vs. konusundaki kararları verirken beni atlamayan hatta mümkünse son kararı bana bırakan insanları severim. Öyle severim ki, tüm karar verme hakkımı seve seve onlara devrederim sonunda. Aksi durumda tam bir başbelası olurum. Ama öyle radikal bir tavırla "Hadi len, git işine" diyemem, ufak ufak uzar, kurtulurum. Bu her türlü ilişkim için geçerlidir. Akraba, arkadaş, sevgili hatta evlat... Yani kimse bana baskıyla, kaprisle, taleple yaklaşmasın, kaçarım. Ha sevmeye devam ederim kendilerini, o ayrı. Ama uzaktan.

İşte bu yüzden ailemi çok severim. Anne babamı, kardeşlerimi, çatlak ve muhteşem sülalemi. Bu huyumu bilirler ve "Hayırrrr" deme zamanımın geçip "Tamam ya, istediğiniz gibi olsun" deme zamanımın gelmesini sabırla beklerler. Annem, babam ve biz üç kızdan oluşan "ilk" ailemi ve bizim evlenerek kurduğumuz ailelerin her ferdini merhametle, şefkatle, canımdan çok severim. Birine bir şey olacak diye ödüm kopar. Birbirimize kopmaz bağlarla bağlıyız. Birbirimize verdiğimiz adı konmamış hakkı; birbirimizi üzebilme ama sonuna dek bağışlanma hakkımızı severim.

Akrabalarımı nasıl insanlar olurlarsa olsunlar severim. Kimini uzaktan severim, kimini yakından. Hepsi hakkında ağır konuşabilirim ama sadece ben konuşabilirim. Benden başka kimsenin onlara değil dil uzatmasına, yan gözle bakmasına bile tahammül edemem. Buna evlenme yoluyla edindiğim eski, yeni tüm akrabalarım da dahildir. Biriyle akraba olmuşsan bu ömrünün sonuna dek süren bir bağdır çünkü, koparılamaz.

Oğlumu severim. Kıvırcık saçlarını okşamayı, bana sarılmasını(abartma eşşek sıpası), bana özel hala bebek kokusunu, yamuk serçe parmağını, sevecenliğini, hayalciliğini. O benim oğlum, sevmeyip de ne halt edebilirim ki zaten?

Pek sorumlu bir teyze sayılmam aslında, tıpkı pek sorumlu bir anne de olmadığım gibi ama hem akıllı, hem yakışıklı yeğenim Janjan'ı çok severim. Kulaklarını elf kulağı yaptığımda o şirin gülümsemesiyle bana baktığında öyle çok severim ki. Onun babasını da severim zaten. Valla bak.

Ve sevgilim... Onu sevmekten öte severim. Onca yıl sonra hala aşık kalabilmiş olmayı ona, inanılmaz bulurum. Eşim, kocam, kardeşim, arkadaşım, yol arkadaşım, yoldaşımdır. Kapkara gözlerine, çılgın neşesine, boyuna posuna, yakışıklılığına... herşeyine vurgunum. Akrabam olmayan bir insana da sonuna dek güvenebileceğime, evliliğin iyi bir şey de olabildiğine sayesinde kani oldum. Bir de kaprisini çekebildiğim tek insan odur, itirafım da budur. Ömrüm onunla tamamlansın dilerim.

Bütün bu temel sevgilerden sonra, bana özel sevdiklerime geçebilirim artık gönül rahatlığıyla.

- İşten eve dönmeyi severim. Oğlum boynuma sarılır, ben nefes nefese, yorgun, elinden kurtulmaya çalışırım. Abartırsa (bu abartma yanak mıncıklama şeklindedir ve annanesine bu yüzden estetik ameliyat borcu var)son kozlarımı oynar, kaçırırım yanımdan: "Aman da minik bebeğim, aman da şirin tavşanım. Gel bakiim şöyle kucağıma, bakayım büyümüş müsün, aa terlik yok ayağında, aaa fanila giymemişsin, dur havlu koyayım sırtına" İşte en büyük silahlarımdır bunlar ve yirmi yaşındaki sakallı tavşanımın son hızla odasına kaçması için gayet yeterli. (Hayır, kötü bi anne olduğum için yapmıyorum bunları. İşten öyle yorgun geliyorum ki, sadece yarım saatçik yalnız kalıp nefes almak istiyorum. Yarım saatçik, o kadar) Oğlum odasında Gollum gibi söylenirken ("Ttterlik de neymiş, fanila da neyyymişşş?") kahkahalarımı bastırır, gider bilgisayarımı açarım. O açıladursun, mutfağın haline bir göz atıp iç çeker, pijamalarımı giyerim. Eskimiş, bedenimin biçimini almış pijamaların tenime değdiği an "Yaşasın, evimdeyim" dediğim andır. Bir bira alır, iki üç sigara eşliğinde Warblade oynarım. Televizyon açıktır, haber başlıklarını dinler, küfrederim. Yarım saat sonra dinlenmiş, eve alışmış kalkar, sofrayı kurarım. Anne ve eş olurum. Ve gecemiz başlar.

- Ursula babannemi (K. Le Guin) severim. Çok uzun yaşasın da yazsın dileğim bencilliğimdendir.

- Akşam yemeğinden sonraki saatlerde ya da sessiz sakin pazar öğleden sonraları yatak odasına kaçıp yorganı üstüme çekerek kitap okumaya bayılırım. Tatlı bir yaramazlık yapan o eski küçük kız gibi hissederim kendimi, onu kimsenin bulamayacağı bi yere saklanmış.

- Motosikletle yolculuğu severim. Müthiş bir özgürlük duygusudur. Sanki her yere gidebilirsiniz gibi. Sanki sınırlar yokmuş gibi. Kuş olup uçacaksınız gibi.

- Suyu severim. Tadını, serinliğini, bardağa koyarkenki duruluğunu. Çok su içerim.

- Eşimin kurduğu rakı sofralarını severim. Eşimin yaptığı her yemeği severim aslında.

- Pazar günleri, hava soğuk, evimiz sıcakken, sabahtan akşama dek film izlemeyi, muhabbetimizin "Ne yapsak, ne yesek?" üzerine dönüşünü severim.

- Annem ve Elektra'yla yaptığımız mutfak muhabbetlerini severim. "Aaa, dur bak ne anlatıcam" dediğinde birimiz, iş "Dur şu kapıyı kapayayım"a döner, hadi çay, hadi kahve, "dur ben bi bira alıp geleyim"le tatlanır, ballanır.

- Tahanlı pideye bayılırım. Taze ekmek, kekikli zeytinyağı, ezine peynir, bol şekerli çay. Kahvaltı budur. İskender, profiterol, kıymalı pide, kokoreç, yoğurt, ayran, simit, annemin kağıtlı pastası en sevdiklerim. İğde, nar, incir, kızılcık var bir de.

- Haksızlığa karşı çıkanları severim. Cesareti, merhametle beraber servis edildiğinde severim. İspanya iç savaşında başka ülkelerden komünist ve anarşistleri oraya götüren nedeni severim. İnsanların kardeşliğine inanmayı severim.

- Cemal Süreya şiirlerini severim. Akıllı dizeleri severim.

- 23 Nisan'da dünyanın her yerinden gelen çocukları birarada görmeyi bir başka severim.

- Militarist falan tarafı neyse ne, marşları severim kardeşim. Grup Yorum'un marşlarını da, mehter marşlarını da. Gülbank çeken biri de, Enternasyonal de gözümü yaşartır. Başkaları daha iyi yaşasın diye ölmek, öleceğini bilerek savaşmak kahramanlıktan başka bir şeydir. Kahramanları sevmem, türküleri çok severim. Yalnız bizimkileri değil, hepsini.

- Serin ve temiz havayı içime çekmeyi severim. Kar ya da yağmur yağarsa uzun uzun, usul usul yağmasını, güneş açacaksa pırıl pırıl açmasını isterim. Bir iki de minik bulut varsa hele. Gökyüzüne bakmayı severim. Yıldızların yere yakın durduğu yerlerde hem minnacık, hem ölümlü, hem çok büyük, hem ölümsüz olduğumuzu anlayıp kemale ermişliğim vardır çok şükür.

- Yıkanmış balkon, taze beton, demli çay, pişen kek, taze nane, fesleğen, iğde, hanımeli, sardunya, ıtır, yanan çam kütüğü, oje, aseton, tiner, gazyağı sevdiğim kokulardır. Nivea kremle, Channel No.5 bir de. Bir de Hoby kremin kokusu beni çocukluğuma götürür, severim.

- Beklediğim ve çok istediğim şeylerin ben tam da onlardan ümidi kesmişken oluverecekleri bilmeyi severim. Tanrıyı çok severim, onun benimle ilgilendiğini bir kez daha bilirim böyle şeyler olduğunda. Şükretmeyi severim. İçim kocaman olur. Güzel bir şey gördüğümde şükrederim. Sevincim katlanır.

- Falım damla sakızı severim. İçinden çıkan şiirimsileri yazanları çok merak ediyorum. Ben de bir iki tane yazmak isterim.

- Kitapları severim. Okumak benim için el, göz alışkanlığı gibi. Zeki ve mizahi yönü gelişmiş yazarları, sade, duru bir yapıyı, minik öykülerden çıkıveren başyapıtları çok severim. Fantastik kurgular, çizgi romanlar da apayrı sevilir tarafımca.

- Yürümeyi severim. Eski zaman dervişleri gibi bir aba, bir asa yürüye yürüye yaşamayı nasıl da isterdim.

- Bazen bir imge elimi klavyeye götürür, bir solukta yazar bitiririm aklıma geleni. şiir, hikaye, deneme... Öyle yazdıklarımı dönüp dönüp okumayı severim. Onları benim yazmadığıma, birinin bana yazdırdığına inanırım. Böyle yazmak bir nevi şamanlık, medyumluk, dervişlik, sarhoşluk... yani esrik bir ruh halidir. O ruh halindeyken de kendimi çok severim.

İşte böyle. Uzun uzun yazdım Elektram güzel kardeşim, daha da uzun yazardım ama yetiversin şimdilik, olur mu? Gerçi sana "38 yıllık kardeşimsin, benim sana koyduğum adın suyu mu çıktı da böyle abidik gubidik isim tuttun kendine?" diyesim de var ama ben de olmuşum burda bir turuncu elma, tencere dibin kara, sanki seninki bembeyaz durumuna gireceğinden diyemiyorum. Onun yerine diyorum ki: Ebe kalmak istemiyorum, ben de seni sobeliyorum. Yaz bakalım sevmediklerini.

Ayrıca Peri, Dory sizi de sobeliyorum. Sevdiklerinizi değil, sevmediklerinizi yazın. Ha, daha önce yazdıysanız da link atın, ben de göreyim.

Sabah uyandığımda aklımdaki şarkı: Tatil/Demet Akalın
Dün bitirdiğim kitap: Elveda Tsugumi/Banana Yoshimoto

Friday, August 24, 2007

canım bunu söylemek istedi

İSTANBUL


"Sis" şairine ithaf edilmiştir.



Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Halicinde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniyende güneş
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri

Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul

Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Plajlarında karaborsacılar
Yağlı gövdelerini kuma sermiştir.
Kürtajlı genç kızlar cilve yapar karşılarında
Balıkpazarında depoya kaçırılan fasulyanın
Meyvesini birlikte devşirirler
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Et tereyağı şeker
Padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde
Yumurta masalıyla büyütülür çocukların
Hürriyet yok
Ekmek yok
Hak yok
Kolların ardından bağlandı
Kesildi yolbaşların
Haramilerin gayrısına yaşamak yok

Almış dizginleri eline
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası
Onların kemik yalayan dostları
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi
Ve sen esnaf sen söyle sen memur sen entellektüel
Ve sen
Ve sen haktan bahseden Ortaköyün Cibalinin işçisi
Seni öldürürler
Seni sürerler
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir
İpek şiltelerin istakozların
ve ahmak selameti için
Hakkında idam hükümleri verilir

Haktan bahseden namuslu insanları
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar
Karanlık mahzenlerinde şehrin
Cellatlara gün doğdu
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır
Bir kalem yazın vardır
Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır
Söylenmez

Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi baskı makinesi
Haramilerin elinde
Ve mahzenlerinde insanlar bekler
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer
Bebeklerin hasreti içlerinde gömülü
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bulutların ardında damla damla sesler
Gülen çehreleri ve cesaretleriyle
Arkadaşlar çıktı karşıma
Dindi şakalarımın ağrısı

Bir kadın yoldaş tanırdım
Bir kardeş karısı
Hasta ciğerlerini taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında
Gebeliğin dokuzuncu ayında
Aç kurtların varoşlara saldırdığı
Tipili bir gece yarısı
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi
Otuzbeş kiloluk sırrımızı
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa Yenihayat satan
Tophanenin karanlık sokaklarında
Koyunkoyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanıtını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın


Vedat TÜRKALİ
www.siir.gen.tr'den alınmıştır. Kendilerine teşekkür ederiz bunca yıldır, tüm şiirseverler.

Tuesday, July 24, 2007

İşte bu bizim hikayemiz, öyle saf öyle temiz

Bu yazı bilgisayarımı kapamak suretiyle yazdığım herşeyi bir anda silen canım (!) oğluma ithaf edilmiş, yeniden yazılmıştır. Evet, evlat dövülmemiştir, şahane bir anneyim ben. Bu şahaneliğin o evladın neredeyse yirmi yaşında olmasıyla da bir ilgisi yoktur.

Aylar önce. Elektra ile gözlerimizi süzmeden Beyoğlu'nda geziyoruz. Yanımızda Janjan var, aslan yeğenim. Elektra bana yeni tanıdığı blog aleminden bahsediyor. "Sen neden yazmıyorsun abla?" diyor. Hiç vicdan azabı çekmeden "Amaan," diyorum. "Yazsam, oturur şu romanı bitiririm. Artık yazamıyorum, biliyorsun."

Elektra cin gibi, sesimin tınısından mı çakıyor bilmem, "Bana bak," diyor, "sana hiç küsmem, biliyorsun ama yalan söylüyorsan, bu kez küserim". Çorbamı gönül rahatlığıyla hüpletip "Yok ya, yazmıyorum," diyorum.

Gönlüm rahat, evet. Çünkü gerçekten de yazmıyorum o zamanlar. Acılarımdan, kalp ve düş kırıklıklarımdan arınmaya, yeniden "iyi"leşmeye çalışıyorum elektra'nın ve hayatımdaki hiçkimsenin bilmediği blogumda. Buraya "hadi bakalım turuncu, ha gayret elma" yazıları yazıyorum. Hayatımın çok boktan bir dönemindeyim. Babam ameliyat olmuş, evim karışmış, ben şirazemi şaşırmışım. Üstüne üstlük gerçekten de profesyonel anlamda yazamıyorum artık.

O yüzden elektra'ya diyorum ki: "Onca yazdım da ne değişti dünyada, benim hayatımda? Hiç kusura bakma, ben artık yazamam, sen yaz."

Ve elektra yazıyor. Öyle güzel yazıyor ki, ilk kez kendim değil de onun ablası olarak anılmaktan gocunmuyorum.

Şimdi bilenler bile bilmeyenlere anlatamaz işin şu kısmını ey okuyucu: Kardeşlik ikircimli bir müessesedir. İçinde sevgi barındırır tabii, evet. Ama bolca kıskançlık, yetişme/geçme telaşesi, sahiplenme ve hepsinden öte "Sen herkesten çok bana aitsin değil mi?" sorusu da getirir. Hele ki, elektra ile benim aramda olduğu gibi sadece iki yaş varsa aranızda, yani aynı kuşaktansanız, arkadaşsanız.

Elektra hep sadık, sevgi dolu kardeşim oldu benim. Ablasının yaptığıyla gurur duymaktan gocunmadı, yeri geldi ablanın yapmaktan kaçındığı işleri yaptı. Oysa ben kendimden daha çok sevilme potansiyeli olan, iyi huylu, derslerinde başarılı, büyüdükçe güzelleşen ve (hehe ennn büyük kompleksim bakın bu ifşa edeceğim) ondan uzun boylu bir kardeşle yarışmaya çalıştım hep. Ablanın görevi kardeşin çıtasını yükseltmektir ya hani, koşturdum durdum. Dolayısıyla o ne kadar yaklaşırsa bana, ben o kadar ufaklık muamelesi çektim kendisine.

Allahtan büyüdüm artık. Hani hakikaten bir abla kıvamındayım -elektra müsaade ederse-bir zamandır. İkimiz bizden bir kuşak geride doğan kardeşimize ablalık yapmakla meşgulüz ki, ona da bunu yapamayacağımız zaman gayet yakındır.

Diyeceğim şudur: Ben elektranın ablasıyım. Hani bu bloga ondan okuyup giren arkadaşlarım için söyleyeyim dedim. Dün itibariyle anonimliği bitirdim ama anonim olmamak da bu blogu bitirir geliyor bana. Çünkü gerçekten de anonim kalıp iç dökmek idi blogumun misyonu. İç dökme faslını biraz burada biraz kendimde tamamladım. Bloga gerek kalmadı. Arada yazarım belki ama pek de isteğim yok doğruyu söylemek gerekirse. Hazır sigaraya da yeniden başlamışken diyorum ki, oturup şu romanımı bitireyim iyisi mi ben. Elektra'ya, Dory'ye, Peri'ye yorum yazmak yetiyor bana.

Herkese sevgiler,

Elma

Monday, July 23, 2007



Efenim, güzel kardeşim elektra hanımın içine sinmemiş, bana sürpriz mahiyetinden yukarıdaki güzel şeyi eklemiş bloguma. Peri hanıma sözümüzü yerine getirmiş olduk böylece.

Kardeşlik iyi şey be yahu:) Bir çingen kardeş dünyaya bedel demek isterim sayesinde.

Thursday, July 12, 2007

Yeterlilik testi

Ulus Baker ölmüş

"Melek gibiydi" diye vermiş ölüm ilanını Birikim. Böbrek yetmezliğinden ölmüş. İsmini duymuşluğum vardı ama tanışmazdık. Pek çok arkadaşımın "Ulus işte, ya"sı idi. Biraz peygamber kıvamında.

Mülkiyeliler'de, Büyük Ekspres'te, kahvede... Mutlaka karşılaşmışlığımız vardır. Sohbet etmişliğimiz bile vardır belki. Arkasından söylenenleri okuyorum, öyle tanıdık ki. Ortasından selobantla yapıştırdığı gözlüğü bile.

İdrak yeterlilik testleri böyledir biraz, yıldızlı pekiyi alırsan acısı başka yerden çıkar. O da böbrek yetmezliğinden sınıfta kalmış işte.

Melek gibiymiş çünkü. Hayattan korunmayı istememiş ki.


Saturday, May 26, 2007

Bıktım beklemekten. Ne zaman uyanacaksın?

Uyan kardeşim. Ben -ki senden daha az basmakta kafam, emin ol- bütün olan biteni görebiliyorum. Kırmakta ve öldürmekteler, azaltmaktalar bizi. Biz birbirimizi çuvaldaki kediler misali tırmalarken onlar binlerce yıllık galibiyetlerini sağlamlaştırmakta. Bir tek bu dilden anlayabildiğin -ki benim de bildiğim tek dil bu-bu ülkede değil, dünyanın her yerinde oynadıkları oyun bu. Ve emin ol herbiri senin kadar masum, benim kadar.

Kardeşim uyan. Seni ve bu dünyayı bir koyu karanlığa mahkum edenleri bile kurtarmak senin elinde. Bugüne dek binlerce kez dillendirilmiş ama hiç denenmemiş bir yol olduğunu biliyorsun -Ben biliyorum. İnkar etme sen de biliyorsun- Dene. Uyan. Bıktım seni beklemekten. Ne zaman uyanacaksın?

Wednesday, May 23, 2007

Özetle:

Aşk değil, sonrası acıtır.



Sıradanlaşma acıtır. Alışma acıtır. Çantadaki keklikler, saygısızlıklar, düşünmezlikler, kolaylıklar.... Aşk bir pembe bulut, bir mavi kuş, can acıtır mı hiç? Havası kaçmış balon, sesi kesik kuş acıtır kalbi. Sen ya da ben değil.

Acıma! Acıtma!

Thursday, May 10, 2007

Duruşumu gözyaşım belirledi

Ben sosyalist olmadım, sosyalist doğdum. Çünkü doğuda doğdum ve doğudan doğan sosyalizmin her rengi gibi benim de rengimi gözyaşım, kalp acım... Aslında merhametim belirledi.

Bizim güzel topraklarımız... Hakikaten güzeldir topraklarımız bizim. Üstünde "biz" yaşadığımız için güzeldir. Şimdilerde epeyce yozlaştığımız halde topraklarımızın bize uyum sağlaması epey zaman alacağından Allah'a şükür hala güzeldir. Ve evet ben doğulu bir sosyalist olarak epeyce romantik, bir o kadar da metafizik bakış açısına sahibim. Çünkü Kant olsun Hume olsun bizim buralarda taşla değilse de bir bardak çay yanında biraz da kahkahayla karşılandı zamanında Yunus tarafından.

Deliye de veliye de hürmet gösteririz çünkü biz. Ve biz doğulular hep çocuk kaldık Mr. Marks'ın tersine, tribünlerde oturamadık hiç. Pir Sultan bizdendir mesela.

Wednesday, May 9, 2007

Büyümek ya da (sadece) yürümek. İşte bütün mesele

Hayatını bütün bütün yaşayan, tüm yaşantılarının içinden "kendisi" olarak geçen ve çıkan... Daha doğrusu yeni eklentilerini içselleştirmiş olarak yoluna devam eden... Yani "büyüyen" birileri var mı acaba? Ya da zaten bu söylediğim normal olan da, ben mi anormalim?

Yılar önce "Birçok Hayat Yaşadım" adlı bir kitap okumuştum. Aleksandra Kollontai'ın özyaşam öyküsüydü. Bilenler bilir, Kollontai komünist/sosyalist genç kadınların feminizmle haşır neşir olma evrelerinde yüksek bir basamaktır. Kitabın adına vurulmuştum, tam da beni anlatıyordu. (Dikkat edelim, kitap değil beni anlatan. Tavşan postlu kalbimin haddine mi düşmüş canım Kollontay'ınki gibi bir hayatı yüklenip götürmek? Sadece adı anlatmaktaydı beni kitabın) Çünkü o yıllarda evli, çocuklu bir ev kadını ama/ve aynı zamanda bir üniversite öğrencisiydim. Gündüzleri öğrenci hareketinin içindeydim, akşamüstleri koşa koşa eve dönüyor üç çeşit yemekli, salatalı, yeri geldiğinde tatlılı soframı bir tamam hazırlıyordum. Kendimi bir sosyalist olarak tanımlıyordum ama toplumsal konumum açısından kutsal aile tadında, burjuvazinin dibini arıyordum. (Yok ya, haksızlık etmeyeyim kendime şimdi, öyle kutsal aile durumları yoktu bizim evde, zaten ondan boşandık ya biraz da.) Sevgili eski eşimin o taraklarda bezi yoktu, evlendiği kendisine aşık kızcağızın hanım hanım bir evkadını olmak yerine mutfak duvarlarını sloganlarla neden doldurduğunu anlamadı hiç. Ama dayandı bana, sevmeye devam etti. Korudu yeri geldiğinde, kolladı. Yine de nereye kadar? Olmadı işte, ayrıldık.

Sonrasında bir sürü kimlik değiştirdim. Örneğin boşandıktan sonra bir dönem eğlenceye vurdum. Evlilik bitmiş, sosyalistlik bitmiş, ölcez madem yiyelim badem tadındayım. Ama diğer yandan artık para da kazanmak zorundayım, bakmam gereken bir oğlum var. Üç kimlikle yaşadım o dönem: Anneydim, hırslı işkadınıydım, bar kuşuydum. Bu kez gündüzleri insan geceleri kurttum. Yok ya, gündüzleri de kurttum işte. Hırs mırs... Ne o öyle?

Sonra aşık oldum. Beraber yeni bir ev kurduk sevgilimle. Çok seviştik. İkimiz de bu kez isteyerek, harcına kanımızı, aşkımızı, değerlerimizi, herşeyimizi katarak kurduk ailemizi. Yoksulluk çektik beraber, onu da gördüm şükür. Rutin ama geleceği garantili bir işe girdim. Süklüm püklüm, kendi halinde, memur kılıklı bir kadın oldum. İşyerimde ikinci sınıf bir memur konumunda çalışırken yazar oldum. Kitabım epey sükse yaptı. Bir iki ay kadar da gündüzleri onun bunun ağız kokusunu çekip, akşamları koştur koştur kuaföre, oradan röportaja falan yetişen, çok bilir hallerde "Evet, onu demek istedim ama o bağlamda..." filan diyen bir romancı olmanın dumurunu yaşadım.

(Romancı dedim evet, edebiyatçı olup olmadığımdan emin değilim artık, baksanıza yazamıyorum bile. Bu da ayrı bir mevzu bu sonradan ortaya çıkan yazma kabızlığımı da bir gün gelir deşelerim belki buralarda)

Gördüğünüz gibi ben hep parçalı bulutlu bir hayat yaşadım. Supermen, Batman gibi kahramanları severim ama inanın hayatları çok zor. Kahraman olmayan halimle bile biliyorum bunu artık. Çok zor. Çok. Ve fekat(Bülent Ersoy gibi okunacaktı ve fekat) konunun başına dönecek olursak: Ben o hayatların içinden o hayatların bana dayattığı kimliklerle geçtim ve o hayatları bırakırken de bana hiç değmemişler gibi, giysi gibi çıkardım o kimlikleri üzerimden. Bu nasıl oluyor? Yani o inançlı öğrenci, o zengin burjuva kadın, yoksul çalışan memur, yazar... Yok, onları yaşayan ben değilmişim gibi gelmiyor bana. Öyle şizofrenik bir durum değil bendeki hal. Fakat herbirinde zevkim, hayata bakış açım, beklentilerim... Ve hatta yeteneklerim değişiyor. Anlamadığım bu işte. Sentez değilim ben. Tez hiç olamadım zaten. Hep antitez hep antitez. Zor bi durum bu yahu.






Not: Zaman hakkaten ne garip şey, di mi? Bu aralar onun hakkında cok düşünüyorum. Varlığın içerisinde midir kendisi acep, tersine varlık mı onun içerisinde? Yoksa ikisi eşit/benzer iki yoldaş mı? Biz neredeyiz o zaman? İçlerinde mi, yanlarında mı? Birbirimizi etkiliyor muyuz mesela? Hepsi birleşip bizi mi etkiliyor yoksa? Böyle şeyler düşünüyorum ama bunları düşünmek kurabiye yapmamı, müşterilere kızmamı, magazin programları seyredebilmemi de etkilemiyor. Epeyce dumur olmuşum demek ki, algı bağlarım porsümüş. Yaşlılık diyor ya oğlum, ondan olabilir. Yaşlanınca insan yumuşuyor, keskin tarafları törpüleniyor, oportunizm ne güzel sey imiş anlıyor... da konu bu da degil.

Monday, April 30, 2007

Yaşasın 1 Mayıs


Hala inanıyorum: Dünyada inanılacak, uğruna ölünecek tek şey özgür insan aklıdır, cesaretimizdir, güzelliğimizdir. Eğilmeyen başımızdır. Sahip olduğumuz yegane şey budur ve diğer her şey zincirlerimizdir.

Hala inanıyorum: Bir gün sahip olmaktan kurtulacağız. Bize ait olan tek şeyin kendimiz olduğunu göreceğiz. İnsan gibi yaşamayı yeniden öğreneceğiz. O günü göreceklere bugündeki Elma kardeşlerinden selam olsun.

Friday, April 27, 2007

Nickel Song

http://www.radioblogclub.com denen yeri keşfedince nasıl mutlu oldum anlatamam. Bu keşfi canım kardeşime borçluyum ama onun benim de bir blog yazarı olduğumdan haberi yok. Çok ısrar etti ama söylemedim. "Yazsam oturur kitap yazarım be" dedim hatta. O da inandı. Vicdan azabı duyuyorum ama böylesi daha iyi. İstediğim gibi yazabilmek için tüm kimliklerden arınmalıyım ben. Aksi takdirde her nabza şerbet o Turuncu alıyor yazının dizginlerini eline, Elma hanım kaçıyor. Oysa yazar olan Elma, Turuncu bi halt olamaz zaten Elma olmasa.

(Bu arada güzel kardeşime not: Fıstığım, biliyorum burayı keşfetmen fazla uzun sürmeyecek ama senin yerinde olsam habersizmiş gibi davranırım. Evet, benim en iyi okuyucum sensin. Bu kez de öyle ol e mi?)

Radyoma yıllar sonra kavuşmamın şerefine (Bir zamanlar radyoculuk da yapmıştım ben, evet) siz sevgili dinleyici/okurcumlara ilk şarkım nasıl olsun diye düşün düşün, en son aklıma Nickel Song geldi. Melanie Safka adlı bu woodstock ruhunun temsilcisi güzel kadını bu çok güzel şarkıda dinliyoruz: Nickel Song!



Nickel Song'dan sonra "Burada neler var?" diye kurcalarken çok eğlenceli bir şarkı buldum. Adı "ma cariole et mon ane" imiş. Fransızca. Bir çocuk şarkısına benziyor. Söyleyen de bir çocuk sanki ama emin olamadım. Google'dan tarattığımda sadece Fransızca bir blog çıktı karşıma. Orada da bu şarkının adının altında bir Tenten afişi vardı, yazdıklarına tamamen fransızdım. Yani o blogun sahibi Fransız aslında ben değilim tabii de... Öf, yaa, neyse işte şarkı güzel. Fakat dil bilmemek kötü yahu. Umarım hayallerimi yıkacak şeyler söylenmiyordur şarkıda. Hayır, Bu "ma cariole"nin bildiğimiz karyola çıkma olasılığı ve hemen akabinde akla gelen bin çeşit olasılık... Neyse biz kalbimizi bozmayalım yine de. Dinleyelim.

Wednesday, April 11, 2007

Kalpli pastaymış! Yapma be baba!

Ben babamın en büyük kızıyım, üzerine en çok hayal kurduğu kızı olsam gerek ve ikimiz de birbirimizin ilk baba kız deneyimleri olduğumuzdan hayallerini döke saça büyümüş olsam gerek.

Elbette böyle olmuştur: Onun hayallerini yıkan benimdir. O benimkini yıkamaz çünkü normal olarak babalar çocuklarının geleceği üzerine hayal kurar, çocuklar babalarınınkini düşünmez bile. Düşünmemek de lazım zaten, büyük olasılıkla senden önce ölecek birinin geleceğini düşünmek üzücü bir şey.

- Ne var babamın geleceğinde ey kader? Umut edeceğim de.
- He, öyle mi? Aferin, ne güzel düşünmüşsün. Dur bakiim, oo, pek güzel ya, şahane manzaralı bir mezar görüyorum. Püfür püfür billa.
- Böhüüüü. Ölcek di mii? Sevmiycem ben ya, sevmiycem işte, çok üzülücem seversem.

Öleceğini bile bile birini sevmek zor. Bizim kalbimiz nasırlaşmaya ölümlü olduğumuzu fark edince başlıyor bence. Neyse, bunlar derin mevzular ben daha da derin bir yaramdan bahsediyordum, babamdan, değil mi?

Diyeceğim o ki, her hayırlı evlat gibi, ben de büyümek denen işi yapmakla meşgul bulunduğum sırada geleceğime ilişkin hayal kuran babamın hayallerini yıkmış, kalbini kırmış olabilirim fakat cancağızımın o güzel kalbini by-passlık eden ben değilim. İlle de suçlu aranıyorsa, işte kilosu, işte tansiyonu, buyurun efendim bu da şekeri. Ee, güzelcim, doğruya doğru. Zamanında yapacaktın o diyeti, zamanında bırakacaktın sigarayı, di mi?

"Yok benim kalbimde bişey," dedi, dedi, ısrarımıza dayanamayarak muayene oldu, eve anjiyoya gireceği müjdesiyle geldi ve sülale boyu talihsiz serüvenler dizimiz başladı.

Başladı çünkü biz -kızkardeşlerim ve ben- babamın hastalandığını hiç görmemiştik. Ailecek deneyimimiz annelerin hastalıklı, babaların sağlam tipler olduğuna yönelikti. Anneler hasta olur yatar, iyileşir kalkardı. Babalara bişeycik olmazdı ki. İşte o bişey olmayan adamda hele de kalp gibi mühim bir rahatsızlık çıkınca, bir görseniz üç kız bir ana, koskoca kadınlar yani, salya sümük hallere düştük. Babama bir şey çaktırmıyoruz güya ama arıyoruz, tarıyoruz, iyisine de ağlıyoruz, kötüsüne de ağlıyoruz. Hatta ortanca kardeşim youtube'dan kalp ameliyatlarını seyredecek kadar manyaklaştı bir ara. Seyretsin bir şey demiyorum ama bana da anlatıyor:

"Abla -fırk- var ya -hıçk- bööyle bi tel var şimdi- böhüüüü..."

Dövesim geliyor ama ağlamaktan dövemiyorum... O da ağlıyor, ufak kardeşim geliyor, ondan saklıyoruz ama en son ona da anlatılıyor, birbirimizi yatıştırmaya çalışıyoruz güya... Olmuyor işte, olmuyor. Bir yandan biliyoruz, abartıyoruz, millet nelerle uğraşıyor bizimkisi en fazla bir anjiyo. Biliyoruz bilmesine ama...

Aması şu: Ağladığımız anjiyo falan değil. Babamızın ölebileceği fikri kafamıza yeni dank etmiş, biz buna ağlıyoruz. Biz sanıyorduk ki, babam hep sağlıklı, orta yaşlı biri olarak bizimle yaşayacak, hep yanımızda olacak. Artık bizimle yaşıt olmadığını o teşhise kadar anlamamıştık ki biz.

Eee, onca ağlamaya, üzülmeye bir şanssızlık yaşayacağımız belliydi tabii. Anjiyo makinesinin babamın üzerinde arızalanmasıyla başlayan terslikler, by-pass'a karar verilmesi, ameliyat için beş kere hazırlanan babamın ancak altıncıda ameliyat olabilmesi, kaburgalara bağlanan tellerin atması, bir daha ameliyat olması vs. gibi şenlikli aktivitelerle tam beş ay sürdü. Babamla aynı zamanda ameliyata girip, hem de onun gibi tek değil dört damar değiştirtenler ayaklandı, hatta biri -yeni damarın performansını denemek amacıyla olduğunu düşünüyrum ben- hanımı aldatıp boşanma davalarına bile girdi, canım babam ise ancak dün A.'daki evimize dönebilecek kadar iyileşti.

Babamla itişe kakışa büyüdüğüm için en sevdiği kızı bensem de bunu bana sezdirmemek için elinden geleni yapar, inatlaşır benimle. Ben de onunla inatlaşırım normalde. Ama bu süreçte onu kaybetmekten ödüm patladığından mı artık büyüdüğümden mi ne, hayatım boyunca benden bekleyip de bulamadığı bütün yalakalıkları yaptım kendisine. Dibinden ayrılmadım, bütün tatillerimi yanında geçirdim, sırf sevinsin diye hastaneye çiğköfte sokmayı bile önerdim. Dün de yolculadık, gitti A.'ya. Ben işi gücü bırakıp onu götürmeyi de önermiştim ama o istemedi. Artık gönül rahatlığıyla babamı en mutlu eden insanın ben olduğumu düşünebilirdim. "Bu da nasıl güzel bir ruh haliymiş" falan diye duygulana duygulana aradım akşam. "Özledim seni" dedim. Ne dese beğenirsiniz? "Çok mutluyum, komşumuz kalpli pasta getirdi bana."

Bunu söyleyişinde öyle bir sevinç vardı ki, onca aydır yaptığım her şeyi toparladı, attı çöpe. Ama be baba, bir kusurum kalpli pasta mıydı yani? Söyleyeydin yapmaz mıydım ben de sana?

Ne yapalım, benim babam da böyle işte. İlle didişecek benimle. Ona hiç çekmediğimi de söyleyemez ama bundan böyle. Ne de olsa talihsiz serüvenler dizimiz sırasında pişmiş tavuk durumlarımın kimden intikal ettiğini anladık.

Talih-i makusumun müsebbibi pederimmiş ey şakacı kaderim, halimle eğlenen kahkahalarınıza arz ederim.

Wednesday, April 4, 2007

"Yok"luğun adı üzerinde, "var"lık iyidir.

Sabah servisle işyerine getirilirsin. Yol boyu neşeli neşeli muhabbet edersin birkaç yıldır sabah akşam gide gele neredeyse akraba olduğun servis arkadaşlarınla. Dilersen kitap okumaya, müzik dinlemeye de vakit çıkar. Ne araba kullanıcısı olarak trafik belası çekersin, ne de otobüs, gemi, minibüs peşinde koşarsın.


  • Servisten inince çalıştığın yere yine başka bir servis götürecektir seni ama yürümeyi tercih edersin. İki kilometrelik yolu hafif çiseleyen yağmur altında, toprak, ağaç, çimen, bahar kokularını içine çekerek yürürsün.


  • Kulağında Leonard Cohen yumuşakça söyler şarkısını, yağmur yağar. Uyanmak iyidir, yürümek iyidir, ayağına değen taş, yüzüne çarpmak için onca uzun yolu kat etmiş damlacıklar iyidir. Kırılmış bir ağaç dalı görürsün, yerine yepyeni birşeyler filizlenmeye başlamıştır çoktan . Ölüm yok bilirsin, ölümsüzlük iyidir. İşe gidiyor olmak, akşam eve dönecek olmak, oraya çöküvermek de iyidir, bir şey yapmadan nefes almaya devam etmek de. Hayat iyidir. Yokluk yoktur, varlık iyidir.

Thursday, March 29, 2007

Bilmediklerimiz de seçimlerimiz midir?

Bugün yürüyüş yaptım. Kırçiçekleri açmış. Yol boyu kendimle savaştım toplasam mı toplamasam mı diye. "Ne güzel görünüyorlar yerlerinde, kıyma," diyordu bir yanım, bir yanım "Nasıl olsa solacaklar, beş-on tane toplasan ne olur ki?" diyordu. Rüzgar vardı, yeşil berem kafamdaydı, üstüm inceydi, üşüdüm biraz. Yine de dayanamadım, durdum. Şimdi masamda, küçücük bir vazonun içinde 21 minik kırçiçeği var, bana arkadaşlık edecekler, umarım olabildiğince uzun bir süre.

5 çeşit kırçiçeğiyle bir-iki günü bakışarak geçireceğiz ve ben papatyalar haricinde hiçbirinin adını bilmiyorum. Kırk yaşındayım ve gayet sıradan, her yerde rastlanan o çiçeklerin adını bilmiyorum. Hiç ihtiyaç duymamışım isimlerini bilmeye belki, tamam. Ama yine de biraz garip değil mi, saçma sapan bir sürü şey bilip onların adlarını bilmemem?

Sunday, March 25, 2007

Kot pantolon değil iron maiden mübarek


Bir kocaman torba ebegümeci, palto askısına asılmış bana bakıyor.

Haftasonu iş yerimden bir arkadaşa ısmarlamıştım. Cumaları evinin orada kurulan pazara köylüler bin çeşit ot getiriyorlarmış, sağolsun kızcağız almış, dolabında saklamış, sabah serviste getirdi, verdi bana. Aldı beni şimdi bir düşünce. Kart yaprakları ayıklanacakmış, serin yerde bir gece suya basıp bekletilecekmiş. E, ben bu aralar pestilden az hallice eve döndüğümde saat dokuz oluyor. Pipirikli insanımdır bu ayıklama mevzularında, değdi değmedi hesabı yapıp hepisini değmiş varsayarım. İki saati bulacak bunları ayıklayıp yıkamam. Hadi becerdim de kartı tazeden ayırdım diyelim, bunca çok ebesine yandığımın gümecini misafir edecek bir kabım yok ki benim? Küvete mi basacağım yani, tövbe estağfurullah. Öfff sabah sabah bi dert oldu ki allahın otları bana, o kadar olur. Öğle tatilinde bütün hatun tayfasını masama toplasam da "ebeleri bi yere gümeçleri bi yere ayırın bakem" desem mi acep?

Pek bir otçul olduk ailecek canım. -Ailecek derken halihazirdaki ailemiz ben ve Yunus olmak üzere iki kişi, yazık bize- Sigarayı bıraktık ya hani, ödümüz patlıyor şişko olacağız diye ya hani... Hanisi şu: Korkunun ecele faydası yook, ooh aldık ya kiloları oramıza buramıza yastık misali.

Cumartesi Carrefour'un sebze reyonundan bilumum otu toplayıp eve getirdik. Güya bütün haftasonunu onlarla geçireceğiz de detoks olacak bir nevi. Nerdee? Benim cumartesi sabahı Dory'den tarifli KFC kurabiyeleri yapmamla başlayan karbonhidrat maceramız pazar günü Yunus'un "Ay hafif bu ya, bi şey olmaz" diye diye yaptığı çikolatalı muzlu pastası ile devam etti, akşamına da benim mantı yeme önerimin kabulüyle yastıklara tüy diktik. O kadar ki, Cuma günü kendi halinde, muhlis bir kot pantolon olarak popomu kapama görevini ifa eden giysi, şu anda iron maiden kıvamında bir işkence aracına dönüşmüş durumda. Kotum daralarak, popom büyüyürek evrim geçiriyorlar, durduramıyorum, korkuyorum.

Bu arada yemek namına yaptığımız en iyi şey Carrefour'daki yaprağı yenen enginarlardan almak oldu. Haşladım, zeytinyağlı sarımsaklı limonlu sosunu yapıp bana bana ekmeksiz ... Nasıl tatlı yedik var ya. Hasseten tavsiye ederim, böyle mor mor filan, kaçırmayın sakın. Sapı bile yenebiliyor bunların, o kadar tazeler yani.

Yalnız ben bu kilolarıma ciddi taktım kafayı, şok diyet denen şeyi hayatta yapmadım ama bu kez yapacağım. Damdan düşenin halinden damdan düşen anlar hesabı sigarayı bıraktıktan sonra aldığı kilolardan kurtulan birileri falan hani... En hızlı ve en az acılı bir yöntem bilen varsa söyleyiversin hayrına. Sevaba girer.
İllüstrasyon: Allison S. Reuling

Friday, March 16, 2007

Oğluma gidiyorum


Benim bir oğlum var. Var da, koskoca adam olduğundan beri -ki, kendisi on sekiz yaşında bir civan- pek bir oğlummuş gibi gelmiyor bana. Sanki o "oğluşum" olabildiği sürece oğlumdu benim, şimdi oğlumlukta zorlamaya devam edersem ayıp olurmuş bu delikanlıya gibi bir hissiyata sahibim. Yıllardır hep tavşanım, kurabiyem falan dediğin birinin sakalları çıkınca şirazesi şaşıyor insanın. Ben ufacık tefecik bi nisayım (gerçi "tefe" kısımlarım bir süredir pek "cik" değil ama boydan her daim ufacıkım işte) oğlansa aldı boyu yürüdü, eh, enine de maşallah iyice gelişti (hatta fazla gelişti, yanıma gelsin hele bi temelli, bak nasıl eriteceğim onu ben) kucağa sığmıyor tabii.

Bir tek burada itiraf ediyorum: Bana ne ya, ben kurabiye kokulu oğluşumu istiyorum işte. Bu yeni oğlana ne laf söz dinletebiliyorum, ne kucağıma alabiliyorum.

Bi de bana geçenlerde (Yunus'a bozukken, ondan ayrılmak istediğimi söyledim diye) "Yav anne," dedi, "Tabii nasıl mutlu olacaksan öyle yap ama benim de ömür boyu seninle kalacağımı sanmıyorsun değil mi? Benim gözümü arkada bıraktırma, seni kime emanet edeceğim sonra ben?"

Bak ya, büyümüş de bir de bana kol kanat germeye kalkıyor pis ukala. Sanki bunca yıl ona ben bakmamışım da o bana bakmış. Yedi kafasına terliği tabii, gülüyor bir de kah kah.

Büyümesinin tek iyi tarafı bu oldu. Bu, çocuk gibi bir çocukken canıma okusa, sinirden beni kudurtsa bile, ben örnek insan, bilinçli bir anne olmak, sakin davranmak zorundaydım. Artık değilim. Fiske yemedi benden elbette büyüyüne dek ama şimdi kafasına terlik yiyor işte. Eskiden sinirden kudursam bile o masum, minnacık evladıma kıyamayıp duvara kafa atardım, artık kurtuldu kafam. O kendi kafasını düşünsün, haha.

Neyse uzattım, işte bugün ben oğlumun yanına gidiyorum iki günlüğüne. Kendisi okul nedeniyle uzakta. Evini derleyip toplayıp bir kaç yemek yapacağım. En önemlisi tekrar deneyeceğim kucağıma sığıyor mu diye. Aman, tamam, sığmıyor biliyorum da... Ama ne yapayım ya! Ben o kurabiye kokulu biricik evladımı özlüyorum. Bu yaştan sonra bir daha mı doğurayım yani?
İllüstrasyon: Allison S. Reuling

Wednesday, March 14, 2007

Merhaba ahali

Ya, işte böyle. Ne zamandır yazma yazma, sonra birden canın sanki müthiş özlediğin bir yemeği çeker gibi çeksin yazmayı.

Bugün pek öyle Elma hanım ile hasbihal edesim yok. Sırf yazma keyfi için yazmaya geldim buralara. İki ay önce yazmışım en son, eh iki ay bir kelebek hafifliğiyle, panter kıvraklığıyla, yanisi hızla geçse de, epey iş becermeye yarıyormuş. Ben de bugün bunu gördüm.

Müthiş bir iş başardım bu iki ayda: Sigarayı bıraktım.

Evet! İnanılmaz ama gerçek! Günde bir paketi aşkın sigarayı içmek ne kelime çatır çatır yiyen ben, tam bir aydır 1 (yazıyla bir) nefescik bile püflemedim o kan emici sevgiliden.

Yazmaya da bu yüzden hiç yanaşmadım zaten. Yazmak hep elimde bir sigarayla birlikte yapılabilen bir iş benim dünyamda. Kalem gibi, klavye gibi, kağıt ya da ekran gibi bir şey sigara. O yüzden yazmıyorum öyle kafa toplanması gerektiren şeyleri. Yazmayı çok özledim ama yazmıyorum. Hatta bu yazıyı bile sigara isteğimi depreştirdiği için burada kesiyorum. Ama merak etme beni e mi Elma, iyi bi Turuncu'yum bu aralar. Kal sağlıcakla, gelirim yine, merak etme.

Thursday, January 18, 2007

Oldu mu şimdi?

- Dün kendin için ne yaptın ey Turuncu?
- Olmadı.
- Olmayan ne ya Turuncu?
- Dün verdiğin görev var ya. Hani sebze çorbası yapacaktım.
- Yapmadın?
- Yaptım, yaptım da...
- Eee?
- Esi, hazır...
- Hazır çorba mı yaptın? İnanmıyorum sana, inanmıyorum! Sevmezsin ki hiç. Başını ağrıtır hatta tadı.
- Öyle ama, uğraşacak mecalim yoktu. Valla billa koruyucu katkı maddesi yokmuş içinde ama, üstünde öyle yazıyordu. Ya, Elmacım valla bak başım ağrıyodu dün benim. Çok üşüdüm bi de gün boyu. Canım uğraşmadan bir an önce yemek istiyordu bişeyler. Hatta dışarda lahmacun falan mı yesem diye düşündüm, bak ona şükret yemedim bak dışarda.
- Salata yaptın mı bari?
- Neyse ki onu yaptım. Havuç, turp. Yalnız var ya, ekmek yedim bi de. Fırından yeni çıkmış, çıtır çıtırdı, dayanamadım.
- E, yiyeceksin tabii.
- Ama çok yedim.
- Öfff... Spor?
- I ıh.
- Hadiii. E, onu niye yapmadın?
- Yunus çiğköfte getirmişti gelirken.. Aaa, yeter be, söyleyeyim de kurtulayım. Çiğköfte de yedim tamam mı? Hem de lavaş ekmeğiyle, hem de saat 23'e geliyodu. Yapmadım spor, onun yerine yedim de yedim. O gergin mideyle spor yapıp da kalp krizi mi geçirseydim yani?
- Hiç tasvip etmiyorum hiç.
- Ben de. Ama söz aldım ağzından artık Yunus da diyete başlayacak. Bir daha uzunca bir süre böyle şeyler yapmayacağım. Söz. Hadi affet, iyimser ol, bitsin bu çile bugünlük, ha?
- Göreceğiz bakalım.
- Yeni görev verecek misin?
- Gırtlağına sahip ol diyeceğim, müstehak bunca az görev sana. Bi de... Ehliyet için hazır mısın?
- Bilmiyorum.
- İyi tek görevin gırtlakla ilgili olan o zaman bugünlük. Abur cubur kesinkes yasak, tamam mı?
- Ya öyle şeyler yemediğimi sen de biliyorsun, savma başından beni, daha doğru bir şey iste.
- Yok, bugünlük böyle.
- Peki o zaman.

Sabah uyandığımda aklımdaki şarkı: Ey Fırat, Fırat- Anonim türkü
Okuduğum kitap: Yamyamın Kızı'na devam (Babasının nasıl yamyam olduğunu öğrendim kadının. Bi de yazık ya, kocasının parmağını kesip yolladılar kadıncağıza)
Kilo: Yükseliyor efendim, durduramıyoruz.

Tuesday, January 16, 2007

Şudur budur

- Bugün kendin için ne yaptın ey Turuncu?
- Bi kere şu "bugün" ifadesini bir gözden geçirelim seninle ya Elma. Gördüğün gibi yazışmalarımız seninle, sabah saatlerine denk geliyor. Dolayısıyla "E bismillah, anca uyandım daha"dan başka verecek bir yanıt bulamayıp kıvırıyorum gördüğün gibi. İyisi mi bundan sonra sen bana dünü sor, dansözlükten yazarlığa terfi edeyim ben de.
- Çenen düşük mü ne bugün?
- Yok canım, bilakis.
- Peki. Dün kendin için ne yaptın ey Turuncu?
- Valla bütün gün gayet enerjik dolaştım ya Elma. Müşterilere güleryüz gösterdim. Akşam eve gidince, üşenmeyip balıkladım. Hem de rakılamadan.
- Dua?
- Aman. Bu sefer böyle gitsin balıklar. Lost vardı hem.
- Peki, iyi hissettiysen iyi zaten.
- İyiydi, iyi. Sonra en gururlandırıcı olay, saat ona gelmişken, bir köşede kıvrılmış yatarken ya Allah diye fırlayıp tam bir saat spor yaptım.
- Vay vaay! Hele de bakın, hakkaten süper etmişsin be.
- Evet.
- E, verdin mi kilo?
- Vermedim, tersine 200 gram mı ne aldım galiba.
- Olsun, başlarda olur öyle. Bir haftaya 1 kilo verir misin ki?
- Bakacağız bakalım. Bir blogda bi sebze çorbası tarifi görmüştüm, onu deneyeceğim bu akşam.
- A, dur o zaman hazır bu lafı etmişsin, hemmen görevlendireyim seni. Bugünkü görevin Turuncu, o çorbayı yapıp akşama da imha etmek. Nasıl?
- İyi. Fakat espri yeteneğin giderek kayboluyor.
- Sen de giderek çekilmez biri oluyorsun.
- Uzatmasak? Uzasak?
- Git hadi.

Sabah uyandığımda aklımdaki şarkı: Ölünce sevemezsem seni- Lise Terk
Okuduğum kitap: Yamyamın Kızı'na devam. (İş çığrından çıktı, olaya 1930'lardaki anarşist İspanyol örgütleri de karıştı. Hadi bakalım)
Kilo: 61.50

Monday, January 15, 2007

Sis ve güneş ve iyilik ve sağlık

Nasıl da sis var, ama diğer yandan da güneş. Bugün keyfim çok yerinde. Daha çok kadınlarda oluyor bu halet-i ruhiyenin havadan nem kapma halleri. Kimle konuşsam güneşsiz kış ayları depresyon zamanları, bahar yenilenme, yaz olgunlanma. "Olgunlanma" diye bir kelime yok ben de biliyorum da, birden olgunlaşmadan daha uygun geldi klavyeme. "Aydınlanma"daki haliyle kullanılmıştır burdaki artık ne çekimiyse o çekim.

Dün yazmadım, küstüm buraya. Üç gündür giriyorum, dank diye pop up sayfalar açılıyor. Kızdım bende, hatta kaldırmayı da düşündüm de, acele etme deyip vazgeçtim. -Gelgeç akıllı olmak ne berbat bir yük, Tanrım!- Neyse, iyi ki kaldırmamışım. Onun yerine sayfada şu anda şu kadar kişinin bulunduğunu göstermeye yarayan kodu kaldırdım. Tatam! Sorun çözüldü işte. N'apim, görmeyiverelim kaç kişi var imiş, değil mi ya?

Cuma ayrılırken helva melva demiştim. -Abartırım, evet. Ne berbat huy, Tanrım!- Evet üşüdüm ama ne tehlike yaşadım ne de bok attığıma değdi, harika bir haftasonu geçirdim. Kocamla da aramız düzeldi gibi. İyi geldi gezmek.

Şu berbat dediğim Claudette'li kitabı bitirdim dün gece. Aslında o da berbat değilmiş be, yazık etmişim Fransız mransız diyerekten. Tamam gereksiz gelen, açık saçık hatta sapıkça bulduğum bölümler vardı kitapta ama sebebi de var imiş. Böyle bir içdökme, böyle bir samimi olacağım ille de, bütün günahlarımı sereceğim ortaya halinin hangi itkiden kaynaklandığını anladıkça kadına acıyor insan. Bir kadının hayatını bir erkeğin imajına göre şekillendirmesindeki trajediyi -hele de o imajın yalan olduğunu çook geç fark ettikten sonra- kavrayınca, e bunu da içdökme şeklinde yaptığını anlayınca yazarın (Alain Bosquet) kitabı bitirirken "Fena da değilmiş yahu" demek zorunda kalıyorsunuz. Böyle bir hikaye derinlemesine "sezdirilecekse" ancak böyle bir yöntemle yapılabilirmiş, Sezar'ın hakkı Sezar'a.

Yine de şu anki ruh halime daha bir elma şekeri kitaplar gerekiyor. Ne bileyim ben mesela Pancarın Dansı gibi, İnci Gibi Dişler gibi, aaah ah hatta hiç okumamış olsam da aynı keyifle okusam dediğim onca Ursula kitabı gibi.

Bu sabah serviste Yamyamın Kızı diye bir romana başladım bu ümitle. Aslında ümitsizlikle demeliyim çünkü evden çıkarken alelacele aldım yanıma, açıkçası yine bunlaım bir şeyler bekliyordum ve fekat güzel sürpriz hiiç de öyle çıkmadı. Açılış cümlesiyle ısındığım bir anlatıcının ağzından yer yer birinci, yer yer üçüncü tekil şahısla devam eden (ve bunun nedenini ana kahramanımızın hayalci dünyasıyla açıklayan) kitap, durduk yerde kocası ortadan kaybolan bir kadının heyecanlı serüveni çıktı. Çok ümitliyim. Bakalım, kaç günde bitecek? Kitaplarla ilgili bir paradoks var yazık ki. Sevdiğim bir kitap çok çabuk bitiyor, sevmediğim elimde günlerce sürünüyor. Tersi olsa keşke.

Bu sabahlık bu kadar Elmacığım (Bu arada şu yukarıda sözünü ettiğim kitapta yazmanın şizofreniyi bağışlatan tek eylem olduğu söyleniyordu, tam da benim elmalı turunculu bu halime uyuyor. İşte de için için gülüyorum. Şizo değilim ama var yine de bişeyler galiba) İşler var yapılacak, çaylar, sigaralar var içilecek. Hadi bana müsaade.

- Bugün kendin için ne yaptın ya Turuncu?
- Daha ne yapayım be Elmam? Sabah neşeli neşeli başladım güne. Kuyruğu dik tuttum. Aferin mi buraya kadar?
- Aferin.
- Dahasını duy öyleyse. Rejime başlıyoruz ve dahi spora. Dün akşam az yedim ve yarım saat bisiklete bindim.
- Vay vaay. E, hadi bakalım.
- Dahası sabah uyandığımda aklımdaki şarkı... Bak aşağıda.
- Ooo! Oluyor kız bu iş?
- E, olacak tabii, ne sandıydın?

Sabah uyandığımda aklımdaki şarkı: Yine düştük yollara- Bulutsuzluk Özlemi
Okuduğum kitap: Yamyamın Kızı- Rosa Montero- Can Yayınları
Kilo: 61.20

Friday, January 12, 2007

Turşudan az hallice

Pek iş çıkmadı bugünden. Hala nemrutum, hala suratsız. Ruj sürdüm ama suratım toparlanmadı. Günün güzelliği adına öğlen yaptığım yürüyüş işe yaramadı. Gölgelerin gücü adına bir yürüyüşü de valla içim kaldırmadı.

E, ama işleri yaptım tabii. Mecburen. Zaten onlar yapılmayacak gibi değil ki. Telefon geliyor, müşteriye "Bugün ruh halim parçalı bulutlu," diyemiyorsun. (Hakkaten bi gün desem ne olur acaba?) Yanıt veriyorsun. Verdiğin her yanıt bir dolu süreci başlatıyor, süreç süreç sürünüyorsun. Süreçler götürdü beni bugün bre.

Cuma toparlanması bitti velhasıl işyerinde. Normal rutindeyim şimdilik. Akla takılı tek şey masada biriken çay bardakları. Alınmasını söylemeye bile üşeniyorum. O kadar olur.

Akşam anneme gideceğim. Aha! Buldum işte günün güzelliğini: Anneye hediye aldığım o yüz kremini vereceğim ya zaten. Annem sevinecek. Ben de sevinirim arada. Oh, bugün de yırttık şu güzellik, iyilik işinden, yarabbim çok şükür.

İlk günden sukoyveriyorum ya, bi yandan da kızıyorum kendime. Ne demeye tutturdum da buralara bile yazdım ki? Yok ödev verecekmişim kendime de, yok ruh halim düzelecekmiş de, yok kalbim iyileşecekmiş de. Dünya susuz kalacak yakında, kafamıza gökten bööle bööle kızgın oklar fırlatacak güneş, orayı burayı seller basacak, zaten kar da yağmadı bu yıl doğru dürüst... E, yok ama Turuncu hanımın o pambık kalbi her şeyden önemli, geri getirilmeli, Turuncu Hanım otursun Polyannacalık oynasın.

Neyse, bugün de yapayım da şu günün güzelliği olayını, olmadı bırakırım. Ne başımın zoru?
Günün güzelliği: Akşam anneye gidilecek, yaptığı börek yenilecek, kardeşler ve babanın ayrıca bu aralar nedense pek de şeker bir insan haline dönüşen eniştenin sevgi ve ihtimamlarıyla moral düzeltilecek. Üstüne üstlük anneye hediye verilecek. O mutlu olunca onun mutluluğundan da pay kapılacak.

Bu arada haftasonu için şahane bir plan yapmış kocam. Bu soğukta motor tepesinde bilmem ne kadar yol gitmek... Evet, hakkaten de popom için şahane bi plan. Donacak da donacak.

Pazartesi görüşürüz inşallah günlük. Görüşemezsek kendi helvanı kendin yap, bana güvenme.

- Bugün kendin için ne yaptın ya Turuncu?
- Kendimi kendime getirmek için elimden geleni ardıma komadım ya Elma. Lakin çalışmalarım bir sonuç vermedi. Kendim bir türlü kendime gelmedi. Akşama Allah kerim. Seni yine de alnından öperim.

Thursday, January 11, 2007

Uykum var ama çalışmak da lazım

Bugün Cuma. Haftanın pis işlerini temizleme günü. Normalde en sevdiğim ikinci gündür Cumaları benim (Pis işleri temizlemeyi de bu ruh halime güvendiğimden Cumaya sallandırıyorum zaten. Pis iş dediğim hani canımızın yapmayı istemediği, erteleyip durduğumuz işler bu arada) Tek geçtiğim günüm Cumartesidir, Pazar değil. Sevmem Pazarları ben. Çocukluktan beri en iç sıkan gündür, Pazartesiyi bile daha çok severim hatta. Neyse, şu sevdiğim günlker sıralamasını başka bir yazıya bırakayım, sadede geleyim. Diyeceğim, Cumalarım kıymetlidir aslında ama bugün üzerime nereden musallat olduğunu anlayamadığım şu uyku halinden olsa gerek -bir de bir yorgunluk var ki oof, of- pek bir suratsız, pek bir nemrutum. Bu satırları da sanırım işten kaytarmak için yazıyorum.

Dünkü ödevimi kısmen başardım. Neydi, anımsayalım, "Üşenilmeyecek, dışarıda yenilmeyecek, sağlıklı bir yemek hazırlanacak evde," demiştim. İtiraf ediyorum, abarttım. Üşenmeyeceğim ya hani, tuttum istavrit kızarttım. Bol yeşillik, marul, maydanoz, roka, taze soğan. E, hal böyle olunca kızardı balık yan da gider, lüp de deyip fırından çıtır sütlü ekmek aldım. Sonra düşündüm, e yazık değilmi bu balıkçıklara? Ruhları duasız mı gitsin yani cennete? Elbette içim elvermedi, bir tek de rakı. Al sana sağlıklı ev yemeği. Vücuda sağlıklı gelmemiş olabilir ama ruhuma gayet de sağlıklı geldi, afiyet oldu bana.

Erken yattım da, Claudette denen manyak Fransız kadın yüzünden biraz geç uyudum herhalde. Çok değil en fazla bir saat okudum ama. Daha fazla olmayacağımdan eminim. Gecenin o vaktinde, o Fransız burjuva sapkınlıklarını daha fazla çekemeyeceğimden eminim çünkü. E, normal zamanımda da uyudum, bu ne yorgunluk şimdi sabah sabah?

Yok yok, bugün keyifli başlamadı. Peynir yüzünden. Annemiz için ürettikleri bi peynir var. Yani kadınlara özelmiş, markette gördüm aldım. Hani kemikler için lazım ya, ostreopoz mevzularından falan, e benim de yaşım geliyor, kalsiyumdur neyimdir takviye edeyim diye. Sana ne gerek a manyak? Kemiğin almışsa almıştır bu yaşına kadar, çok lazımsa kalsiyumun ye yoğurdu, iç sütü, güzelim tam yağlı ezineden ne vazgeçiyorsun ki? Yok, hayatıma hoşluk katacağım ya, aldım peyniri. Ama bu sabah içinden peynir yerine su çıktı foş diye. Kapağı açılmadan bu kadar su sıçratmayı beceren bir şey peynir olamaz (az önce yedim, değilmiş zaten. Tatsız, tuzsuz bir şey) Evden çıkmama beş dakka kalmış, ben mutfak tezgahı siliyorum. O da ayrı bir takıntı. Evi bok götürebilir ama tezgahım ıslak olmayacak, pis olmayacak. Velhasıl, peynir olmayan keyfimin canına bi daha okudu. Tek işe yarar yanı uyandığımda aklımda dönen o ağlak şarkıyı (Bir dahaaa aslaaa, bin kere tövbeee/Kan davası mııı, bu nasııl ööfkee) "Uf baba bu ne be?" nidasıyla başlayaraktan Raptiye Rap Rap'a çevirmesi oldu. Ruhun şad olsun Cem Karaca. Peynire de uf baba dedirttin ya hani, ah aha a ah! Bu arada bu şarkının Manga'nın coverladığı haline bayıldım ben. Cem Karaca yorumunu sevmezdim halbuki. Çok Yorgunum'unun, hele hele daha bi eski şarkılarının yanında (mesela İhtarname, mesela Kavga) epey bi entipüften bulurdum bu şarkısını. Ama Manga'yla sevdim işte.

Yazı benim bi zamanlar örmeye kalktığım yarasa kollu kazağa döndü, uzayıp saldı kendini, toparlanması da mümkün görünmüyor. O kazak on iki çile yün yemişti de annem sonunda el koyup sökmüş, kendisinden iki kazak bir süeter çıkarmıştı. Bu yazıya annemin müdahalesi sözkonusu olamayacağından ben kendime bi güzellik edeyim, bitireyim iyisi mi. Ruj süreyim, toparlanayım, çalışayım. Bitmez yoksa bu gün.

Ruj dedim de. Ya hakkaten o peynir yüzünden ruj bile süremeden çıktım evden be. Yok, peynir değil o, başka bi şey. Kaldırıp atıcam eve gidince, hırs yaptım bak şimdi.

Hadi kızım Turuncu. Gün bugündür. Akşama dek bi günün güzelliği yaratmak gerek. Böyle bi günde bile bunu becerirsen kurtuluş da yakında diyeceğim, alnından öpeceğim seni. Tabii birinin kendini alnından öpmesi ne denli mümkün olabilirse. Aynadan? I ıh, denemiştim olmuyor öyle.

Günün ilk falım sakız manisi:
Aşk narin bir kelebek
Ona yalnız sevgi gerek
Kalpte gizli en büyük sır:
"Seni seviyorum" demek

Çarşafa övgü

Şimdi mis gibi karanfilli sabun kokan, bembeyaz, ütülü çarşafların üzerinde sıcacık yatakta olsam. Uyusam, uyusam.

Bu sabah canım sanki aşerer gibi böyle bir çarşaflı, sımsıcak yataklar çekiyor. Düşündükçe ağzımın suları akıyor, bir yiyeceği çeker gibi çekiyor canım böyle bir çarşafı. Böyle kenarı bir karış dantelliii, ne çok sert ne yumuşak, keten-pamuklu karışımı bi şey olsun kumaşı da. Dantelleri de beyaz olsun ama, beyazdan başka tek renk olmasın, kar gibi. Karanfil sabunu da koksun, artık o sabunu otomatik çamaşır makinesine nasıl sokacaklarsa, soksunlar (Hayır, granül sabun kullanılsın istemiyorum. Evet, elde yıkasınlar o zaman) "Yapılsın, edilsin" gibilerinden kraliçe yüklemli konuşmalarımdan da anlaşılacağı üzere bu çarşafla yapılmış yatağın en mühim tarafı üzerinde zerre kadar emeğimin olmayışıdır. Yani bana yatak yapılsın, ben sadece yatayım.

Herkesin yatak fantezisi başka türlü ne yapalım. Benimki de emeksiz emeksiz karanfilli çarşaf üzerinde uyumak işte.

Uykum varrrrrrr!

Sabah uyandığımda aklımdaki şarkı:
Peynirden önce: Perişanım şimdi- Sezen Aksu
Peynirden sonra: "Uf baba bu ne be!" kısmından itibaren Raptiye Rap Rap- Manga
Okuduğum kitap: Claudette adlı terbiyesiz

Wednesday, January 10, 2007

Açayım konuyu dursun kenarda

Bu blogu hangi amaçla açtığımı yazmak yerine edebiyat yapmayı tercih etmişim dün. Hoş, "mişim" deyince de, sanki farkında değilmişim gibi oldu. Oysa bal gibi de farkında farkında yaptım yapacağımı. Yazının alışkanlığından sıyrılmak, dili arındırmak zor, ne yapalım, düzelteceğiz ama. "Burada bunu da öğreneceğim yeniden" diyerek blog yazmaktaki amaçlarımı sıralamaya girişeyim.

Bu blogu açtım, şunlar için:

  • Dilimi zorlamadan, eğip bükmeden yazmayı yeniden öğrenmek için
  • Tanınmazlığın, bilinmezliğin -umarım becerebilirim- getirdiği rahatlıkla iç dökmek için
  • Kendimi tanımak için
  • Kendime hak vermek için
  • Kendimi "iyi"leştirmek için

Şu "iyileşme" mevzuunu biraz açayım. Aslında blogumun temel amacı bu çünkü. Hani "Kendinizi tek kelimeyle anlatsanız?" gibilerinden sorular vardır ya, bana sorsalar "iyi" derim ben, hiç düşünmeden, kalıp halinde. İşte bununla ilgili bir derdim olduğunu fark ettim bir süre önce. Gerçekten öyle miyim, alışkanlıktan mı bu cevap?

Bu soruyu sormam bile kalbimin değiştiğini, lekelendiğini görmek için yeterliydi aslında. Bir süre bunun büyüme, dünyayı anlama ve ona uyum sağlama hikayesinden ibaret olduğunu düşündüm. Olumlu ve aslında yaşama katılması gereken bir süreçti yaşadığım. Hani herkes derdi ya bana, "Hayat yediğin kazıkların toplamıdır. Bir gün bunu sen de anlarsın" işte bu hesap olduğunu, hesabın ödenmesi olduğunu düşündüm ruh halimin. Ama diğer yandan bu ne menem bir olumlu süreçti ki giderek mutsuz, tatsız, keyifsiz bir insan haline geliyordum böyle?

Sonra yaşamak çaba göstermeden giyindiğim bir giysi, rutinde sürüklenip gittiğim bir "başa gelen" oldu. Fazla geçmedi üzerinden mutsuzluğumu kabul ettim. Kalbim karardı. Anladım ki benim iyilikten kastım hep başkaları için yaptıklarım olmuş. Kendimi çok ihmal etmişim, beni mutsuz edebileceğini düşünmemişim bile böyle davranmanın. Sonunda başkalarını da ihmal eder hale gelmişim üstelik. Giderek nemrut, sevgisiz biri olmuş çıkmışım.

Yalan yok, -ilk ve kesin kuralım bu burada zaten. Madem ki iyileşmeyi istiyoruz di mi?- kimse benden fedakarlık istemedi ömrüm boyunca. Yine de hep fedakarlık yaptığımı düşündüm. Sonra da bunun için başkalarını suçladım. İşte geldiğim yer.

Bu blog benim "iyileşme günlüğüm" olacak işte. Kelimenin iki anlamıyla da; hem ruhsal iyileşmem, sağaltımım için, hem de yeniden iyi biri olabilmek için. Önce kendime iyilik, güzellik yapacağım. Sonra yeniden başkalarına da.

İşte bu nedenle her yazının sonunda kendime soracağım: "Bugün kendin için ne yaptın?" diye. Özel ve değişik bir şey olması şartım var sadece, şimdilik. Gündelik rutinimi kırmak ilk hedefim.

Bütün bunları yazdım ama hızımı alamadım. Başlıkta da yazıyor nasılsa, "Açayım konuyu dursun kenarda" diyerek yeniden editliyorum böyle.

Bugün yapacaklarım:

  • İşyerinde kafamı kurcalayan, eksik kalmış, ıvır zıvır bütün işler tamamlanacak. Hadi bakalım. Sonuç: Hallettim bile. Kırk dakika sürdü sürmedi toparlandı işler. O kadar da yarım değilmiş zaten hiçbiri. Bir iki mail, birkaç telefon bitti gitti işte. Kafam rahatladı. A, iyi oluyormuş ödev vermek kendime yahu:) Şimdi ne ödev versem? Tamam:
  • Masadaki kağıt yığınını tasnif etmek! Ha ha! Nasıl ödev ama? Off, zor iş ama bu! Günlerdir erteliyorum. Hadi kızım Turuncu. Bakalım yapabilecek misin? Birbuçuk saat sonraki sonuç: Hala başlayamadım:( Ama bi dakka, yapacak bir sürü iş vardı da ondan erteledim (Yalaan) Yalan malan değil. Yemek yemeyecek miyiz yani? Yemek yedim, yürüyüş yaptım (Ooh, canıma değsin. Ne de iyi yaptım bunu) Sonra bloguma sayfada kaç kişinin bulunduğunu öğrenebileceğim bir zımbırtı ekledim. Bunu Tarçın'ın Mutfağı'nda görüp ekledim. Teşekkürler ona. Çok şirin bir sayfa bu arada orası da, değil mi? Unutmadan bana blog okumayı sevdiren Dory'nin sayfasında da görüp bir counter eklemiştim sabah bloguma. Çok teşekkür ederim Dory. Hem mesajın hem de blogun için. Sen benim numero unomsun bu alemde. Yazmaya devam et hep e mi? Neyse, görüldüğü üzre epeyce iş yaptım o birbuçuk saatte, dolayısıyla tembellik yok, direniş var. Bitecek o kağıttan kuleler az sonra biteceeeek! Hadi yavrum Turuncu! Birbuçuk daha saat sonraki afferimlik sonuç: Bitti. Kağıttan kuleler yılıkldı işte. Üç çay, üç sigara içildi bu arada. Çaylara aferin de sigaralara cıss diyorum. Demek lazım tabii de çok seviyorum bu mereti, sanki sevilecek şey. (Bu arada kendi hakkımda küçük bir ispiyon: Hani şu iyileştirme çalışmalarım var ya benim, işte onlarda ilerleme sağladıkça arasına koccaman bir iyileştirme olarak sigarayı bırakmayı ekleyeceğim. Aman susun susun duymayayım ama şimdilik. Yavaş yavaş alıştıra alıştıra düzelecek her şey tamam mı?)

Evet, yapacaklarım kısmı bugünlük bu kadar olsun. Hoş, sanki yukarıdaki ertelediğim işleri yaparken zaten yaptığım işler bir yandan birikmeye başlamadı mı sanki? Şimdi de onları toparlamak için geri dönüyorum çalışmaya.

Bu arada sayfama online kişi sayısını gösteren bir zımbırtı koydum demiştim ya, hani en tepede. İşte o koyar koymaz 79 yazdı hemen. Şimdi de 129 kişi var sayfada diyor. Alttaki free counter olayı ise sayfamı 9 kişinin ziyaret ettiğini gösteriyor an itibariyle. Hangisi perhiz bunların hangisi lahana turşusu anlamadım ki ama ben

Yarının güzelliği için kendime ev ödevidir: Yemek yapmaya üşenilmeyecek, evde sağlıklı bir yemek hazırlanıp o yenilecek. An itibariyle bastırmış bulunan "Ay uğraşmıyım şimdi" diyen o sese kulak veren Turuncu şöyle olsun böyle olsun. Evet, benim de kilo takıntım var. Evet, kotuma girmek istiyorum.

- Bugün kendin için ne yaptın ya Turuncu?

- Bu sabah üşenmeyip simit ve peynir aldım. Kahvaltımı bunlarla yaptım.

- Güzel havada yarım saat yürüdüm. Mutlu oldum ben:)

Unutmadan dünkü kendime güzelliğim de bu blogu açmak olmuştu.


Sabah uyandığımda aklımdaki şarkı: Geceler düşman- Gülay

Okuduğum kitap: 'Claudette' Diye Biri- Alain Bosquet- Can Yayınları