Wednesday, December 5, 2007

Bu MİM Şule'nin gül hatrı içindir.

Şule beni mimlemiş. Biraz gecikti yanıtlarım ama bilsin ki vallahi daha yazmazdım, güzel hatırı kırılmasın diye yazdım ve yazabilmek için sadece onun bu satırları beklediği motive etti beni. Düşündüğü için teşekkür ederim.

Ben küçükken, çok hülyalı, romantik bir çocuktum. Kömürlükte, evin kuytu köşelerinde, sokakta bir noktada kendime yerler belirlerdim. Oranın bana ait olduğuna, beni orda kimsenin görmeyeceğine inanırdım. Herşeyle konuşurdum içimden, taşlarla, ağaçlarla, bulutlarla, hayvanlarla ve Tanrı'yla. Uzun dualar eder, -ki onların da iç dökmeler olduğunu şimdi anlıyorum- pazarlıklar yapardım Tanrı'yla. Karıncalara pamuktan ev yapardım, kedilere tapardım. Çocuk olmaktan çok memnundum büyümek benim için çocukluktan beri sadece ve hep yaşlanmak oldu bu yüzden. Hiç yalnız kalmadım çocukken yalnız olabilmeye çalışıyorudm sanırım. Ve bu hikaye hala devam ediyor.

Ben aslında fena da sayılmam hani bugünlerde. Merak edilecek birşeyim yok yani öyle. Bir zamanım bir zamanıma uymuyor gerçi ama zaten hep öyleydim. Belki birazcık artmıştır bu hal, o kadar. Bir böyle olup "Malo! Malo!" diye bağırıyorum bir Farinelli tadındayım. Ama keyfim yerinde, merak etmeyin yani beni e mi? Etmeyin ki, bir de sizin merak ettiğinizi düşünüp "yazamadım" diye vicdan azapları çekmeyeyim.

İlk kopya sınıfça çekilen bir kopyaya katılmak şeklinde olmuştu. Test dönemi vardı ortaokulda, yeni başlamıştı. Öğretmenler olaya uyum sağlamamışlardı henüz ve bizim sınıfın fırlamaları bizden bir saat önce teste giren sınıftan test sorularının cevaplarını almışlardı. Can havliyle nasıl ezberlediysem artık, o cevaplar hala aklımda maalesef: abaababcbd...

Cep telefonum bozuldu geçenlerde. Ekran masmavi oldu, bişey görünmüyor. Öyle üşengecim ki, tamir falanm ettirmedim. Belki bu haftasonu onunla da ilgilenirim.

En saçma huyum oğluma terlik ve yelek giydirme takıntım sanırım. Çocuk çıldırıyor, ben daha da çıldırıyorum. Bu biraz babamın "Kapayın kapıyı" demesine benziyor. Dilime pelesenk olmuş. (Ayş, Janjan'a giydir terlik, sen de giy, kırıcam kafanızı yaa)

Aşk başımın belasıdır.

En sevdiğim bloglar sayfanın sağ tarafında sıralanıyor zaten.

Ben bu satırları okuyup da iç dökmek isteyen varsa, onları işte mimledim.

Thursday, October 18, 2007

Kırk uçurmak




Kırk yaşımdayım bugünden itibaren.

Büyüme uğraşım sırasında hayatıma girerek bana acı, tatlı anlar yaşatan, üzen ve sevindiren, öğreten ve benimle birlikte öğrenen, beni seven ve benden nefret eden, hala yanımda olan ve artık yanımda olmayan herkese büyümeme yardım ettikleri için;

Hiç karşılaşmadığım ama aynı çağda, aynı dünya üzerinde yaşam uğraşını beraber verdiğimiz, aynı ortak hikayeyi, hayatı paylaştığımız tüm insan kardeşlerime yaşadığıma tanıklık ettikleri için;

Milyonlarca yıldır açlığı, ölümü, yalnızlığı, yoksulluğu, savaşı, kıtlığı, hastalığı atlatıp genlerini bana aktarmayı başaran atalarıma var olmam adına savaştıkları için;

Beni ısıtan güneşe, doyuran toprağa, yaşatan havaya, aziz suya, beni kabul eden dünyaya ve hala yaşamama izin veren Tanrı'ya bana verdikleri her şey için teşekkür ederim.

Kırkımı da uçurduğuma göre dışarı çıkabilirim artık, tüm dost ve sevenlerime duyurulur.

Sunday, October 7, 2007

Bir kısır yapamamak üzerine ve doğumgünün kutlu olsun Elektra




Bugün doğumgününü büyük şenliklerle kutladığımız Elektranım'dır bizim evin kısırcıbaşısı. Bu meret, öyle yapılması zor ahım şahım bir salata olmasa, üstelik tadını da çok sevsek bile, bizde öyle "Allaaah, bi kısır yapalım da yiyelim" halleri yoktur nedense. Kırk yılın başı Elektra'ya heves gelir yapar, biz de yeriz. Hal böyle olunca, ben ömrüm boyunca hiç kısır yapmadığımı az önce yaptığım şeyi bitirdiğimde fark ettim, iyi mi?

İki yıl önce eşimin işyerinin İstanbul'un taa öbür yanına taşınması, e haliyle eve geliş saatlerinin de iyice abarması en büyük keyiflerimizden birinin, yani beraber yediğimiz akşam yemeklerinin sonu oldu. Zavallı sevgilim onca geç saatte ağır bir yemek yiyemeyeceğinden ya işyerinde yedi geldi ya da meyveyle falan geçiştirdi.

Ben değişikliklere kolayca adapte olabilen biri değilim. Önceleri normal düzende sürdürdüm yemek yapmayı. Ama emeklerim tencere tencere çöpü boylayınca bıraktım ipin ucunu, geçiştirdim. Hafta sonu mutfağını da eşim sahipleniverince, neredeyse hiç yemek pişirmez oldum. Bilirsiniz, yemek yapmanın mühim bir kısmı el alışkanlığıdır. Öyle çok becerikli biri de olmadığımdan bir gıdımcık bilgim, pratikliğim zamanla kayboldu gitti.

Sonuçta oğlum yanımıza tekrar taşındığında pilav, çorba ve salatadan oluşan aptal bir mönüyü bile anca bir buçuk saatte hazırlayabilen, üstelik bu “stres” altında neredeyse gobline dönüşen bir anneyle karşılaştı. Açlık bir yandan, yorgunluk bir yandan, beceriksizleştiğini her geçen gün daha da fark etmek en öbür yandan bu akşamüstü goblinini oğlumun değil de Pamuk Prenses’in kötü kalpli üvey annesine çeviriyordu maalesef.

Zavallı oğlum anneannesinin evinde bir prensti oysa, hem yemek dakkasında hazır olurdu hem de gak dese pilav, guk dese köfte. En sevdiği yemekler yani. Bu goblin anne ise gaklar guklar arasında şımartılmış oğlunun bedensel olarak da fazlaca şımartılmış olduğunu düşündüğünden ıspanak başta olmak üzere çeşitli ot yemekleri hazırlamakta inat ediyordu. Haliyle bu otlar hemen yenmezse besin değerini kaybedecekti. Haliyle anne onları bir akşam önceden falan hazırlayamazdı. Haliyle annenin mutfağa girmesiyle yemeğin sofraya konması üç saati buluyordu. E haliyle, anne de, yavrucak (!) da akşam yemeği denen hadiseden giderek nefret ediyordu.

Pes eden anne oldu. Gözyaşlarına dayanamadı, dayadı oğulcuğunun önüne pilavı, eti. Sağlıklı yemek mi dedi vicdanı, dayadı ton balığını, salatayı. Oğul dört köşeydi artık ama anne baştan aşağı yenik. Becerememişti yine anneliği, adam gibi yemek bile yapamıyordu evladına işte.

Ne olduysa üç hafta önce oldu. Bir cumartesi sabahı annenin kafasında bir şimşek çaktı: “Ya Turuncu” dedi içinden gelen ses ona. “Hadi bir haftalık yemek yapalım, en şatafatlısından her biri de.”

“İyi de bozulmaz mı? Ya vitamin, mineral?” dedi Turuncu o sese.
“Ne olacak canım? Buzdolabı diye bir şey var, orada durur bir kısmı. Ispanağı falan da dipfrize atarsın, salatayı yapana dek pişer akşam geldiğinde.”

İşte üç haftadır hafta sonlarımı yemek yapmaya ayırışımın hikayesi budur dostlar. Ekşili köfteler mi dersiniz, zeytinyağlı ıspanaklar mı, börekler mi… Neler neler.

Oğlum çok memnun bu işten. Hatta eşim de daha erken geliyor sanki. Az yemek kaydıyla kuzu etli kuru fasulyenin, yeşil mercimek salatasının, böreklerin tadına bakıyor. Ben işten gelince yemeği ısıtıp yanına salata yapıyorum, oğulcuğumla en alasından ev yemeği yiyoruz artık.

Ha, derseniz ki “E, Turuncu, biz bunu hep yapıyoruz. Kırkına kadar anca mı akıl ettin sen yani?”
“Vallahi haklısınız,” derim size. “Amma velakin benim aklım bir garip çalışıyor. En olmayacak sorunlara çözüm bulmakta üstüne yok ama böyle ufak tefek kolaylıkları gözden kaçırıyor”

Yandaki resimde gördüğünüz "kısır olmayan kısır" bu haftamızın mönülerinden biriydi. Her şey aklıma enn sebzelisinden bulgur pilavı yapmak istediğimde oldu. Pilavlık bulgur yarım bardak kalmış. Aylar öncesinden kalan köftelik bulgur var. “Kısır yapayım o zaman” dedim. “Hem bir sürü yeşillik var.” İnternetten tarif araştırdım, yeşillikleri yıkadım, süzmeye bıraktım. Bulguru bir çıkardım ki, içinde kelebek gibi bir şey var. Markete gitmeye üşendiğimden ve de evdeki malzemeyi değerlendirmeye kafayı taktığımdan ne yaparım diyerek dolapları karıştırdım. Dipfrizde haşlanmış buğday buldum. Biraz kısır, biraz buğday salatası tarifini karıştırdım, güzel bir salata çıktı ortaya. Oğlum bunun “Ünlü aşçılara yapılmış bir haksızlık” olduğunu söylüyor, düşünün o kadar beğenmiş yani.

Yine de işte, bir kısır bile yapamadım ömr-ü hayatımda. İyi mi?

Buğdaylı kısır

Malzemeler
1 küçük soğan
3 yemek kaşığı zeytinyağı+ ayçiçek yağı
Yarım yemek kaşığı biber salçası
Çeyrek yemek kaşığı domates salçası
Yarım su bardağı pilavlık bulgur
Yarım su bardağı haşlanmış buğday
Çeyrek demet taze nane
Çeyrek demet maydonoz
4 taze soğan
Yarım domates
2 yeşil biber

Sosu için
3 diş sarımsak
1 limon
1 kaşık nar sirkesi
Yarım kaşık üzüm sirkesi
1 tatlı kaşığı nar ekşisi
Yarım çay kaşığı hardal

Baharatlar
Kimyon, pul biber, tatlı kırmızı biber, sumak, tuz

Yapılışı:
Soğanı küçücük doğrayıp yağda öldürüyoruz. Üzerine salçaları ekleyip biraz daha pişiriyoruz.

Yarım bardak bulguru 1 bardak sıcak suyla çok kısık ateşte, suyunu çekene kadar haşlıyoruz. Üzerine haşlanmış buğdayı ve soğan salça karışımını ekleyip karıştırıyor, soğumasını bekliyoruz.

Karışım soğuyunca incecik kıydığımız yeşillikleri, sosu ve baharatları ekleyip, ağzını kapatarak yarım saat buzdolabında dinlendiriyor, koyuca bir ayran eşliğinde afiyetle yiyoruz.

Ha, konunun Elektra ile ilgisi mi ne? Efenim, bugün kardeşcaazım çalışıyor, birbirimizi göremeyeceğiz ama ona söz, ilk gördüğümde bu salatayı tepeleme yapacağım kendisine.

Doğum günün kutlu olsun güzel kardeşim.

Saturday, October 6, 2007

Elveda Rumeli ya da Damdaki Kemancı


İşte kendime verdiğim yerli dizi hakkını Yabancı Damat'tan sonra devralan dizidir bu: Elveda Rumeli. "Erdal Özyağcılar'ı takip ediyorum mütemadiyen dizilerde" sonucu mu çıkar bundan? Sanmam. "Sağlam projeler Erdal abimizi takip ediyor" deriz en fazla. Erdal Özyağcılar'ın yanına bir de Şebnem Sönmez eklenmiş ki, Allah Allah! Böyle mi döktürülür, böyle mi? Müthiş bir oyunculuk, sırf onun için bile seyredilir dizi. Bir de laf öğrendim diziden,"kızçe". Küçük kızlara kızçe diyorlar. Ne güzel sözcük.

Elveda Rumeli, ayan beyan ortada bir Fiddler on the Roof uyarlaması işte. Bildiğiniz "Ah bir zengin olsam"lı Damdaki Kemancı. Ne zaman izlesem önce güler, sonra ağlarım. Sevdiğim iki müzikalden biridir; diğeri Hair. "Ah Anatevka, bizim basit, kimsenin bilmediği, çirkin köyümüz" derken tüm oyuncular filmin sonuna doğru, kamera döner hepsinin yüzünde, insan portrelerinin. Donmuştur herbiri mağaza vitrininde manken misali.

"Tredişııın, tredişın!" nakaratı geçmişle gelecek arasında kalanın, aslında hepimizin trajedisidir. Herbirimiz anne babamızın şekillendirmesiyle dünyayı tanır, çocuklarımızın provakasyonuyla şah mat oluruz alıştığımız hayatın tahtasında.

"Geleneklerimize yüz çevirmek bizi damdaki bir kemancı kadar işe yaramaz yapar" der sütçü Tevye filmin başında ve filmin sonunda damdaki o işe yaramaz kemancı Tevye ile ailesini geleneklerin artık geçersiz olacağı bir dünyaya uğurlarken Anatevka'da kalır, dalga geçercesine o iyi kalpli sütçüyle. Ben ağlarım. Ama kahrolası geleneklere değil, Tevye'ye. Ben gelenekten değil, gelecekten yanayım. Yine de...

1900'ler... Ne şanslı ve ne şanssız bir yüzyıl şu yüzyıl. Bizim yüzyılımız. 2000'lere geldik ya, hala bitmedi, bitecek gibi de değil. Tarihsel dönüşümler açısından şanslıyız bu zaman diliminde yaşayan bizler, evet, büyük dönüşümler gördük, büyük dalgalar yarattık insan evriminde. Hiçbir eski ninemiz 1900'lerdekiler kadar kadar hızlı bir gelişimi görmedi hayatında. Ne devrim tanıdı, ne cep telefonu, ne kadın hakları, ne siberuzay. Ama gündelik hayat açısından hiçbir ninemiz 1900'lüler kadar kendine uzak, bambaşka savaşların yarattığı acıların katlanıcısı olmadı.

Güneşe nerede baktıysan ilk, dünyayı o eğimle seversin. Yurt budur. Sevdiğin hiç değişmesin istersin ama değişim mecburiyse ne yapabilirsin ki?

Sütçü Tevye bir yahudi, meslekdaşı Ramiz bir müslüman. İkisinin hikayesi aynı. Güzel dizi Elveda Rumeli.

Şurada da Bosnalı bir müslümanın şarkısı var: If I wasn't muslim
Bu sabah uyandığımda aklımdaki şarkı: Kavanoz dipli dünya
Okuduğum kitap: Kayıp İtfaiye Arabası- Maj Sjöwall-Per Wahlöö

Thursday, October 4, 2007

İşte beklenen fotoğraflar

Elektra'nın blogundan kedilerimizin macerasını takip ediyorsunuzdur. Etmemiş olanlara kısa bir özet geçeyim:

Biz üç kız kardeşiz, birimiz manyak. (Ay, "üç kızkardeşiz" kelimelerinin devamı bir anda klavyeye geldi. Sonra kendimi toparladım, isim belirtirsem ilk aile toplantısında bunun sonuçlarına katlanacağım kafama dank etti, kim olduğunu bilmeyiverin ama şu kadarını bilin, birimiz kesin manyak.)
Neyse, bizim, daha doğrusu en küçüğümüzün bir kedisi var. Aslında iki kedisi var ama birini annemlerin yanına gönderdi, kedi nüfusu bire düştü, ani bir nüfus patlamasıyla da yediye yükseldi. Anlayacağınız kedimiz doğurdu, altı adet süper müper yavrumuz oldu.

İki gün önce kedilerin yanındaydım. Aşık oldum. Hepsine, ayrı ayrı. O anne ve altı yavrusundan yayılan huzur dalgası nasıl bir histi tarifi zor. Şöyle diyeyim: Ben böyle bir hissi hiç bi insan loğusanın yanında yaşamadım. Normalde terbiyesiz, sinir bozucu bir hayvan olan kedimize resmen bir ermiş havası gelmiş. Hatun bi doğuruşta dünya gailesinin sırrını çözmüş, olayı bitirmiş. Altı yavrusu orasında burasında miyk miyk debelenirken, bizim kız ancak böyle büyük bir mucizenin müsebbibi olabilecek birine özel tevazuyla karışık bir gururla bakınıyor etrafa.
Benim ilk lafım "Aman aman" oldu, ikincisi "Ay bu üşüyecek" Oğlumu ilk gördüğümde de benzer bir tepki vermiştim galiba. Dakikasında anne oldum yavrulara. Sırf ben değil, evdeki altı yavruya homurdanan herkes aynı şeyi hissediyordu, bu duruma en çok bozulmuş olan enişte bile dahil. "Ay esnediii", "Ay düştüüü", "Ay bu nefes almıyo mu yaaa?" çığlıkları gece boyunca sürdü. Bir bebeğe karşı ne hissediyorsak o yavrulara karşı da neredeyse aynını hissettik.

Şunu fark ettim, canlılar olarak aramızda küçükleri korumaya yönelik ciddi bir bağ var. Bu yaşamı koruyup bir sonraki zamana aktarmak amacıyla genlerimize kodlanmış olmalı. Keşke tüm kodlarımız bunca güzel olsaydı.
Not: Bebeklerimiz iki ay anne sütüne muhtaç. Ondan sonra kendilerine mutlu birer yuva arayacağız. En az dördünün yuvası var şimdiden ama ikisi hala ev arıyor. Niyetiniz ciddiyse çukulatanız, çiçeğinizle bekleriz. Yatak odası takımı bizden, salon takımına beyaz eşyaya karışmayız.
Bu sabah uyandığımda aklımdaki şarkı: Before the Rain'den bişeyler
Okuduğum kitap: Kayıp İtfaiye Arabası- Maj Sjöwall-Per Wahlöö

Kartı var, viziti var di mi ama?

Hiç karışmazdım ben bu işe. "Erkek erkeğe konuşuyorlar şurda, bana ne" derdim demesine ya, Hıncal Uluç'un Kerem'e, Mecnun'a falan dil uzatmasına gönlüm razı olmadı. "Hiç mi aşık görmedik bre?" diyesim geldi, şuracıktan deyivereyim dedim.

Efendim, Selahattin Duman bir yazı yazmış, ta ne zaman. Linki şurada . Hıncal Uluç'un aklı epey sonra başına gelmiş, üzerine alınmış, o da bir yazı döşenmiş, işte şurada .

Şimdi bu bey aşktan falan bahsetmese hiiç sesimi çıkarmazdım. Alan razı satan razı, genç kızlarla eğlendiriyor gönlünü, e kızlar da öyle üzgün müzgün görünmüyorlar, bana ne derdim. Ama Hıncal Bey "Kızlarla geziyorum, hohoyt" demiyor, "Aşşşşk" diyor illa. İlla ki ilişkisinin aşkla tescillenmesini istiyor.

Vampir hikayelerinin ölüm korkusuyla yakın ilişkisini hiç düşündünüz mü? Vampirler yaşamak için taze kana muhtaçtır ya hani, eğer o hikayelerin seksenlik dedelerin "Ömrüme ömür katılsın" diye on beşinde bakireleri koynuna alma hevesiyle bir ilgisi yoksa ben de ne Turuncu'yum, ne Elma. "Ölmiyceemmmm... Kazık kakıcammmm... Bunu da başkasının ruhundan, kanından, vücudundan aldığım enerjiyle yapıcammmm"ın aşkla ne ilgisi var yahu? Hiç mi aşık olmadık, hiç mi aşk görmedik?

"İnsan aşk uğruna hayatını tümden değiştirebilir"e getiriyor ya lafı Hıncal Bey, offf. Romantik bi de. Kendine romantik.

Aşk uğruna elbette hayat değiştirilir. Verilmiş söz uğruna can bile veren var. Verilir, ne olacak. Çünkü sevgili dediğin çoook kıymetlidir. Ama onu kendine sağlayacağın fayda uğruna sevmezsin, seversen de ona aşk maşk demezler. Aşk verir ama hep verir, almak aklına gelmez aşığın. Aşk romantizm değil, realitenin ilgi alanına girer aslında, basit de bir mantığı vardır: Birini kendinden bile çok seversin. O kadar. Bu yoksa diğeri de yoktur, aşık değilsindir. Başka bişey olma hakkın elbette var ama ortaya aşığım diye çıkma yani.

Mecnun'a demişler ki "Leyla dediğin süpürgeye benzer bir kız, nesine deli oldun böyle ya Kays?" Demiş ki Mecnun: "Siz onu benim gözümle görseydiniz siz de deli olurdunuz." Aşk böyle bir şeydir ve gerçekten de bence insan her yaşta aşık olabilir. Ama bu argümanlarla değil.

Sözüm meclisten dışarıdır, yanlış anlaşılmasın. Kim kaç yaşındayken, kaç yaşındaki kimi severse sevsin. Hatta yeter ki sevsin be, aşık insan iyi insandır. İyilikler çoğalsın. Ama aşkın sofrasına "Benim param, gücüm, imajım, senin gençliğin, güzelliğin" ikramıyla oturulmaz. Ha, böyle oturmayı kaldırıyorsa miden, hesap ödenmeden de kalkılmaz. Sana derler ki o zaman: Bu aşk değil, anlaşmadır, hem de epeyce kirli tarafından. Sen de sineye çeker, ortalara atmazsın kendini.

Aşkı bari kirletme yahu. Adlı adınca koy ilişkinin adını. "Paramla, gücümle, başka şeylerle satın alıyorum ben ilişkilerimi, karşımdaki insanın bana aşık olup olmaması da umurumda değil. Verdim parasını, havasını, imajını aldım, kime ne? İster aşık olurum, ister kart ederim, vizit ederim yanımda taşırım" desin, delikanlı olsun da, inanalım bir gün aşık da olabileceğine.

Not: Yav bu tartışma olalı ooohooo ne kadar çok olmuş. Öyle dedi arkadaşlarım anlatınca ben. Gündem dışı kalmışım ama böyle gündemin de dışında kalsam ne olur, içinde olsam ne olur son tahlilde.

Bu sabah uyandığımda aklımdaki şarkı: Love is love - Culture Club
Okuduğum kitap: Ejderha Mızrağı Serisi- Başlangıçlar 2. Kitap Kenderyurdu

Monday, October 1, 2007

187. sayfa

Peri Ekmekçikız'ı, o da beni sobelemiş. Şu anda okumakta olduğumuz kitabın 187. sayfasını yazıyoruz. E, ya yüzseksenaltı sayfalık bir kitap okuyor olsaydım?

Yok, benim kitabım bir fantastik kurgu. Şimdi bunların makbulü maşallah pehlivan tefrikası boyutlarında olanlardır genelde, sayfa sayısı sıkıntısı çekmezsiniz. Hafif, kolay okunabilir, sürükleyici, büyülü maceralardır; o nedenle kalınlıkları kimseyi korkutmaz; hatta serinin genel izleyicisi olan yeniyetmeleri bile. Hatta ve hatta bu kitaplar sayesinde okumayı sevmeye başlayanlar vardır ki, bu neden bile bu kitapları kutsamaya yeter yani.

Ben yeniyetmeliği epey geçtim ama bakmayın, etrafta bunların heveslisi yaşıtlarım da pek fazla. E, ne yapalım bizim gençliğimizde yoktu böyle kitaplar, okuyamadık, şimdi gideriyoruz işte hevesimizi.

Ha, yalnız aman diyeyim bu yazdıklarımdan fantastik kurguyu "hafif edebiyat"tan saydığım çıkmasın, aman diyeyim bak. Tersine, fantastik kurguyu çok ama çok önemsiyorum. Bir yazar için çalışması en keyifli alanlardandır, sınırlarını hayal gücünüzün belirlediği, müthiş bir tür. Yetenekli yazarların elinde tadına doyulmaz edebiyat başyapıtları çıkar ki, en birincisi Yerdeniz serisidir kanımca, Ursula K. Le Guin'in.

Uzattım mı? Neyse, şimdi okuduğum kitaba geçeyim. Kendisi pek sevdiğim Ejderha Mızrağı serisinden. O seri pek bir sevilince dıdısının dıdısı maceraları falan da yayınlanmaya başlandı. Bu da onlardan biri. Serinin asıl iyi anlatıcıları aynı zamanda Kyrnn dünyasının asıl yaratıcıları olan Margaret Weis ve Tracy Hickman ikilisidir. Ancak şu anda okuduğum kitap maalesef onların elinden çıkma değil. Cümleler komik olmaya çalışırken abartılı masallara dönüşen saçmalıklarla örülü, çok sevdiğim gnom ırkından çıkarılabilecek mizah keçiboynuzu kadar. Ama Kitiara'yı, dostları, Kyrnn dünyasını seviyoruz biz ne yapalım, ne bulursak okuyoruz işte.

Kitap: Ehjderha Mızrağı Serisi Başlangıçlar 1 Kitap: Karanlık ve Işık
Yazarlar: Paul B. Thompson- Tonya R. Carter
Çeviri: Aslı Alp
Yayınevi: Arkabahçe Yayınları
1. Baskı, Nisan 2003, 418 sf.

187. sayfa tam da resimle süslü bir bölüm başına denk geliyor:

"Bölüm 19 CUPELOX
Vadideki bitki örtüsü Lunitari'nin genelindeki bitki örtüsüyle aynıydı, fakat buradaki bitkiler daha kalın ve daha uzundu. Pembe mızraklar bir saat içinde üçbuçuk metre ve mantarlar da sekiz ile dokuz metre arası boya erişmişlerdi. Kaşifllerin buldukları yeni bir tür olan toztaşlarıysa birbuçuk metre genişliğindeydi. Bu toz taşlarının patlayıp, havaya sipsivri uçlar gönderdiklerini de görmüşlerdi.

Gökyüzü daha parlak görünüyordu ki, sabit bir uğultu kulaklarını kapladı. Cutwood kulaklarındaki tıkaçlara rağmen, yüksek sesli vızıldamalardan yakınıyordu."

İşte benim 187. sayfam. Ben de Yildiznaf'i sobeliyorum.

Turuncu Elma